Yair Lapid ve onun Yeş Atid partisi geçen haftaki İsrail seçimlerinde sürpriz bir çıkış yaptığından dolayı İsrail’in iç ve dış politikalarında yeni bir gün doğduğuna dair yorumlardan geçilmiyor. Partisi Likud’un, Avigdor Lieberman’ın İsrail Evimiz partisiyle birlikte Knesset’te toplam 11 sandalye kaybettiği Başbakan Benjamin Netanyahu, Lapid gibi merkezcileri de içeren daha geniş bir hükümet kurmak zorunda kalacaktır. Sonuç itibariyle de yaygın kanaat o ki bu yeni koalisyon, İsrail’i uluslararası tecritten çıkaracaktır. Gözlemciler Lapid fenomeninin “barış süreci” için ne anlama geldiğini sıklıkla soruyorlar sanki bir barış süreci varmış gibi. Ancak bazı yorumcular, yeni, iddiaya göre daha uzlaşmacı bir İsrail hükümeti döneminde barışma vaktinin geldiği düşüncesiyle Türkiye-İsrail bağlarına odaklandılar. Fantezi dünyasından çıkma hoş bir fikir. Gerçek şu ki, Lapid’in yükselişine rağmen, Türk ve İsrailli liderleri ilişkileri onarmanın siyasi çıkarlarına olduğuna ikna edecek hiçbir şey değişmedi, muhtemelen de değişmeyecek.

Âdil olmak gerekirse, yabancı gözlemcileri Türkiye-İsrail ilişkilerinde bir değişimin mümkün olduğuna inanmaya sevkeden bizatihi Türklerdir. Türk yetkililer, son dört yılın büyük bir diliminde, bizzat İsrail’in değil “bu İsrail hükümetinin” yani Netanyahu’nun sağ partiler koalisyonunun sorun olduğuna işaret ettiler. Başbakan Netanyahu’yla çalışmanın zor olduğu, Dışişleri Bakanı Avigdor Lieberman’ın, görev tanımının aksine, diğer ülkelerle ilişkileri ağırlaştırıp kötüleştirmekte mahir olduğu doğrudur. Mavi Marmara hadisesi hâriç, Türkiye-İsrail ilişkilerinde en büyük sorun – Gazze ablukası ve Kurşun Dökme Operasyonu - Netanyahu’nun başbakanlığının öncesine gider. Yeni, daha geniş ve iddiaya göre daha ılımlı bir İsrail koalisyonun, Jerusalem ve Ankara arasında uzlaşamaya öncülük edeceği fikri, İsrail’in sağ-sol siyasetinin dinamiklerini, İsrail’in Türkiye’de hiç beğenilmediğini, Türk dış politikasının mimarları nazarında Ortadoğu’nun merkeziliğini anlamamaktadır.

Türkler, İsrail’in Gazze politikasına özellikle de bu bölge üzerindeki ablukasına Netanyahu’nun önceki hükümetiyle problemlerin başlıca örneği ve ilişkilerin daha iyi olmasının önündeki başlıca engel olarak işaret etmiştir. İlkeli bir duruştur bu fakat Ankara’nın tarihsel sıralaması doğru değil gibi görünüyor. İsrail’in Gazze’yi karadan kapatması 2007 Haziran’ında; donanma ablukası ise 2009 Ocak ayında gerçekleştirilmiştir. Her ikisi de Ehud Olmert’in başbakan olduğu dönemde olmuştur. Olmert, Likud’dan ayrıldıktan sonra Ariel Şaron’a katılmak üzere Kadima partisini kurarak bir merkezci şöhretine kavuşmuştu. Netanyahu’nun Olmert politikalarını tersine çevirmesinin bir yolu yoktu ve bunu bugün Yair Lapid’le yapma şansı çok düşüktür ki Lapid dış politikada hepten sol değildir.

İsrailliler Knesset’teki sandalyelerin çoğunu İşçi Partisine verselerdi, lideri Shelly Yachimovich hükümeti kurmakla görevlendirilseydi bile İsrail’in karadan ve denizden Gazze’ye uyguladığı abluka olduğu gibi yerinde kalacaktı. Bir merkez sol hükümeti güvenlik ve Gazze konusunda yumuşak olarak algılanamayacaktı. Savaşı sadece İşçi Partisinin; barışı sadece Likud’un yapabileceği klişesi uzun zaman önce icat edilmişti ancak bugün hala yürürlüktedir. İsrail’de sağ kanattan başbakanlar son yirmi yıldır tutarlı bir şekilde ülke güvenliğiyle ilgili meselelerden dolayı indiriliyor. Politika bir yana, Gazze’nin İsrail güvenliğine tehdit teşkil ettiği hususunda büyük siyasi partiler arasında öyle pek anlaşmazlık yok.  Türklerin İsrail’in Gazze ablukasını kaldırması yönündeki talepleri ciddiyse, ki ciddi olmadığını düşünmek için bir neden yok, Ankara-Jerusalem ilişkilerindeki gerilimin sürmesi muhtemeldir.

Türkiye-İsrail ilişkilerinde sorun olan sırf İsrail’in Gazze’yi abluka siyaseti veya Gazze’nin tehdit teşkil etmesi değildir. Yeni bir İsrail hükümetinin ortaya çıkışıyla, ilişkileri tamir fırsatı görenler veya Türk ve İsrailli yetkililer arasında üst düzey temas olduğuna dair her sızıntı haberle (Türkler böyle haberleri devamlı reddetmektedirler) sevinçten başı dönenler, Türk siyasetine yeterince yakından bakmıyorlar. İsrail Türkiye’de rağbet görmemektedir ve görmemiştir de - 1996’da Ankara ve Jerusalem arasında stratejik ilişkilerin çiçek açmasına rağmen. 1996’daki o ilişkiler, askerlerin gücünün zirvede olduğu zamanlarda, Türk Genelkurmayı’nın belirli ulusal güvenlik ve daha önemlisi, iç siyasi çıkarlarına hizmet etmiştir. Adalet ve Kalkınma Partisi’nin yükselişinden önceydi; kamuoyu kanaati, dış politikada pek önemli değildi o zamanlar.

Şaşılacak derecede hünerli bir siyasetçi olan ve ortalama Türk vatandaşlarını neyin harekete geçirdiği konusunda keskin bir duyusu olan Başbakan Erdoğan, İsrail’le gergin ilişkilerden fayda doğduğunu görmektedir. Erdoğan’ın ilişkileri derin dondurucuya kaldırması biraz zaman aldı şüphesiz. 2005 Mayısı’nda Kudüs’ü ziyaret etti ve Ariel Şaron’u Ankara’ya davet etti. Ancak o ve AK Parti ülkede kendilerine daha güvenir hale geldikçe; Amerika’yla ilişkileri iyileşince ve Türkiye Ortadoğu ve İslam dünyasında bir oyuncu olunca, pek çok Türk’ün onayıyla, İsrail’le bağları başından atmak kolaylaştı. İsrail’in Türkiye’deki tek müşteri kitlesi iş çevresidir fakat Türk-İsrail ticareti devam ettiği hatta arttığı halde 1990’lardaki gibi bir saflaşmanın yeniden başlamasını isteyen çok az kişi var. Türkiye’deki muhalefet, çok çeşitli meselelerde Erdoğan ve AK Partiyi azarlamaktadır ama Ankara’nın Jerusalem’le ilişkilerinin kalitesine ses çıkarmamaktadır.

Erdoğan’ın Filistin meselesini ceza görmeden büyük bir siyasi etkiye dönüştürmesi, Türk kamuoyunun bugün dışa vurduğu Filistinlilerle dayanışmanın AK Partinin iktidara geldiği 2002’de imâl edilmediğini telkin etmektedir. Genel kamuoyu Ankara’nın Jerusalem’le ilişkilerine temkinle yaklaşıyor ve İsrail ordusunun Batı Şeria ve Gazze’deki politikalarını eleştiriyorsa da, İsrail’e karşı düpedüz düşmanlık genelde Türkiye’nin çetin ceviz İslamcılarıyla sınırlıdır halen.

Irak’a Özgürlük Harekâtı’nın ilk günlerinde, The New Yorker ve Türkiye’nin daha az  saygın  gazetelerinde İsrail’in Kuzey Irak’ta Kürt bağımsızlığını desteklediğine dair ispatlanmamış haberler çıktığında bu durum değişti. Erdoğan’ın 2008 sonu 2009 başlarındaki Kurşun Dökme Harekâtı ve elbette 2010 Mavi Marmara hadisesini kullanma şekli Filistinlilerle dayanışmayı İsrail’e karşı husûmete tahvil etti ki Erdoğan için büyük siyasi ödül olmuştur. Amerikan yönetimi, Erdoğan’ın oyların yüzde 50’sini aldığı 2011 Haziran ayında yapılan Türkiye’deki son seçimlerde Türklerin iki şey için oy kullandıklarına inanmaktadır: Cüzdanları ve Filistin. Bir gün Türkiye’nin başkanı olmayı planlayan ve AK Parti’nin en az on yıl daha hâkim olacağına inanan Erdoğan’ın bu şartlarda  Jerusalem’le ilişkileri önemli ölçüde geliştirmeye açık olması muhtemel değildir.

Erdoğan daha Çankaya’ya çıkma planları yaparken şu an “Arap Sokaklarının Kralı” olmaktan memnundur. Türkiye başbakanı, Arap dünyasında yapılan kamuoyu araştırmalarında sürekli olarak dünyanın en popüler lideri görünmektedir. Erdoğan’ın itibarı, Gazze konusundaki duruşunun bir fonksiyonudur fakat aynı zamanda Mısır’daki ayaklanma sırasında erkenden Hüsnü Mübarek’e çekilme çağrısı yapması ve Türkiye’nin Beşşar Esad’ın canavarlığından kaçan on binlerce Suriyeliyi barındırmasının da bir sonucudur. Bu politikalar Ortadoğu’daki daha geniş Türk angajmanı ve Türk etkinliğinin sembolüdür ki Erdoğan ve AK Partiyi önceki Türk hükümetlerinden ayırmaktadır. Türk dış politikasının mimarları – Erdoğan, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül (başbakan ve dışişleri bakanı olarak da hizmet etmiştir) ve Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu – Türkiye’nin bir zamanlar Osmanlı hâkimiyetinde olan bölgenin doğal lideri olduğuna inanmaktadırlar. Türkiye’nin ekonomik ve diplomatik gücü, Arap ve Müslümanlarla olan kültürel yakınlığı bölgenin refah ve siyasi gelişiminde merkezidir. Bazıları bunu yeni-Osmanlıcılık diye andılar ki oldukça tartışmalıdır fakat adı her ne olursa olsun, Ankara bir yanda İsrail’le yakın ilişkileri beslerken aynı zamanda bihakkın bölgesel lider, sıkıntı giderici, ilham verici, ekonomik motor - ve Türkiye’nin son on yıldır kendine verdiği diğer unvan ve sıfatlar - olamazdı.  

Türkler, Osmanlı kolonyalizmi mirası, Mustafa Kemal’in Jakoben laikliği, Ankara’nın AB’ye katılma çabaları ve Nato üzerinden Batıyla olan kurumsal bağları yüzünden Arap dünyasında zaten mimliydiler. Bu eksiklikler en nihayet aşılabilir olduklarını gösterdiler ancak bedeli Türkiye’nin İsrail’le ilişkileri oldu. Benjamin Netanyahu, Yair Lapid’i koalisyonun küçük ortağı yapmaya hazırsa da Türk liderlerin dünyaya, Ortadoğu’ya ve Türkiye’nin oradaki rolüne bakışları değişmemiştir.

Zamanın Genelkurmay Başkan yardımcısı General Çevik Bir’in Washington’daki bir dinleyici kitlesine Ankara ve Jerusalem’in ilişkileri stratejik düzeye çıkardığını, bunun sağlam bir güvenlik öğesi de içerdiğini söylemesinin üzerinden 16 yıl geçti. Bazılarına göre o bir altın çağ idi ve o düzeyde bir işbirliği ve eşgüdüm geçmişte kaldıysa da Türkiye-İsrail ilişkilerini kurtarmaya değerdir. Sırf bunu yapmak için son dört yıldır nafile yere hiçbir çabadan geri durulmamıştır. Talihsizliktir ama Türk ve İsrailli politikacıları ilişkileri iyileştirmekten caydıran faktörler büyüktür.

Kaynak:  The Atlantic

Dünya Bülteni için çeviren: Ertuğrul Aydın