Ortadoğu’da yaşanan son siyasi ve askeri gelişmeler, gidişatın iç açıcı olmadığı ve hatta sıcak temasa dönüşme ihtimalinin giderek ön plana çıktığını göstermektedir.
ABD, Ortadoğu özel temsilcisi George Mitchell’i alelacele bölgeye göndererek Filistin ve İsrail arasındaki dolaylı müzakerelerin her an başlayabileceğini açıklarken, İsrail Başbakan Yardımcısı Dan Miridor görüşmelerin başlamadan sona erdiğini açıklamış ve daha sonra tamamen zıt yönde bir hamle ile tüm beklentileri boşa çıkaran Beyaz Saray Suriye’ye karşı uygulamış olduğu ekonomik ambargoyu bir yıl daha uzatma kararı aldığını beyan etmiştir.
Şam tarafından reddedildiği halde, Tel Aviv’in, Suriye’nin Lübnan’da bulunan Hizbullah örgütüne 300 km menzilli Scud füzeleri teslim ettiği ve bu hamlesiyle tüm İsrail’i tehdit edebilecek düzeyde olduğu yönündeki iddiaları dile getirmesi oldukça ilginç bir zamanlamaya denk gelmiştir.
ABD’nin tavrı
Nitekim ABD’nin, barış masasına geçmesi hususunda İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu’ya baskı uyguladığı iddialarının yankı bulduğu bir dönemde, Netanyahu’ya sahip çıkması ve İsrail’in savlarını kullanarak Suriye’yi sert bir üslupla eleştirmesi son derece manidardır.
Bu son gelişmelerle birlikte zaten İran meselesi nedeniyle diken üstünde duran bölgede, olası bir savaşın Suriye, Lübnan ve İran’ı da kapsayacağı ve bu ihtimalin önünü açmak üzere hazırlık yapıldığı endişeleri giderek daha yüksek sesle dile getirilmeye başlanmıştır.
Obama yönetiminin, Irak’ta saldırılara karıştığı iddia edilen eylemcilerin Suriye tarafından yönlendirildiği ve desteklendiği yönündeki iddialarının ciddiyet kazanması sonrasında Şam ve Bağdat arasında sağlanan işbirliğini olumlu karşıladığı bir dönemde, Türkiye ve birçok Körfez ülkesinin iki ülke arasında diyalog kurulması için arabuluculuk yaptığı ve bu çabaların Refik Hariri’nin öldürülmesi sonrasında 2005’te Şam büyükelçisini çeken ABD’nin yeni bir elçi görevlendireceği yönündeki ılımlı açıklamalarıyla ilk meyvesini verdiği halde uzlaşı rüzgârları beklenmedik bir biçimde tersine dönmüştür.
ABD, bu yalancı bahar sürecini Suriye ile İran arasındaki stratejik ve askeri ortaklığı bozmak için kullanmak istemişse de başarısız olmuştur. Washington son yıllarda sabık başbakan Fuad Sinyora döneminden itibaren Lübnan’a ekonomik ve askeri yardımı sürdürmekten çekinmemiş ve bu ülkedeki gücünü giderek artırmıştır. Ancak seçimlerden Hizbullah’ın güçlenerek çıkması ve ABD’nin tüm itirazlarına rağmen koalisyon hükümetinde yer alarak, ABD ile imzalanan işbirliği anlaşmalarının rafa kaldırılması yönünde baskıda bulunması sonrasında Washington’un lehine esen rüzgârlar tersine dönmüştür. Bu gelişme Obama yönetimini derinden etkilemiş ve bütün bu nların müsebbibi olarak Şam’ı görmesine neden olmuştur. Suriye Hamas’ın hamiliğini yapmaktan çekinmeyerek ve dolaylı müzakerelere karşı çıkarak Lübnan’dan başka Filistin meselesinde de Amerikan politikalarını baltalama da tereddüt etmeyeceğini göstermiştir.
ABD, özellikle Bush döneminden itibaren Lübnan’ı Suriye’den soyutlamak için ciddi bir çaba harcamıştır. Ölümlerinde Şam’ın parmağı olduğu iddia edilen Refik Hariri ile Dürzi lider Kemal Canpolat suikastlarından sonra veliahtları Saad ve Velid’e yönelik tüm yakınlaşma çabalarının ardından, bu yeni genç liderlerin Hizbullah’ın arabuluculuğu sonrasında Şam’ı ziyaret etmeleri , Amerikan politikasına darbe vurmuş ve Beyaz Saray yönetimini öfkelendirerek Washington’un Suriye’ye yönelik yaptırımları uzatma kararı almasında etkili olmuştur.
Suriye’nin ABD ile ılımlı bir süreç başlatması ve Türkiye ile askeri işbirliğine hız vererek ortak tatbikatlara girişmesi Tel Aviv’i son derece öfkelendirmiş ve Şam’ın lehine açılan mesafeyi kapatmak üzere olası bir savaşta Lübnan-Suriye cephesini açma yönünde planlar yapmasını beraberinde getirmiştir.
Amerikan yönetiminin, Hizbullah’a Scud füzesi gönderilip gönderilmediği hususunda detaylı bir araştırmaya girmeden sadece Tel Aviv’in iddialarıyla hareket ederek yaptırımları uzatma kararı alması ve Suriye’nin Washington büyükelçiliği birinci sekreterini çağırarak neredeyse ültimatom ağırlığında uyarıda bulunması, Suriye-İsrail görüşmelerinde masadan kaçan taraf İsrail olmasına rağmen Şam’ı suçlaması, Beyaz Saray’ın, İsrail’i taviz vermeye zorlamak bir yana, İran’ın yanı sıra Suriye’ye yönelik politikalarda da Netanyahu ile olan işbirliğini koruyacağını göstermiştir.
Tedirgin edici açıklamalar
Bu yönde kuzey cephesinin eski komutanı olan İsrailli Devlet Bakanı Yossi Peled’in “Hizbullah ile İsrail arasında çatışma çıkacak. Zamanı konusunda yorum yapmayacağım fakat İsrail ve Hizbullah’ın eylemleri yeni çatışmanın habercisidir” ve “İsrail halkının tarihinde sadece bir sefer büyük bir hediye aldığı ve insanlarının bu hediyeye sahip çıkmak zorunda olduğunu, İsrail Devleti’nin varlığı ve güvenliği için
savaşın kesin bir seçenek olduğu ve, bunun için hazırlıkların aralıksız sürdürülmesi gerektiği” şeklindeki açıklamaları oldukça tedirgin edicidir.
Kuşkusuz ABD’nin İsrail’den yana tavır alması beraberinde birçok soru ve sorunu gündeme getirecektir. Nitekim; George Mitchell’in bir yıldan fazla bir süredir Filistin müzakerelerinin başlaması için gösterdiği çabanın gerçek amacı, olası bir İran savaşı yaşandığı taktirde Mısır, Ürdün, Suudi Arabistan gibi ılımlı Arap yönetimlerinin desteğini en kötü ihtimal ise tarafsızlıklarını sağlamak olduğu iddialar arasında yerini almıştır.
Amerikan Savunma Bakanı Robert Gates’in, İsrailli meslektaşı Ehud Barak’ı kabulünden sonra Scud
füzeleri meselesi ile ilgili olarak Suriye’ye yönelik savurduğu tehditler, buna paralel olarak Şimon Peres’in Fransa ziyareti esnasında Şam hükümetinin hem Lübnan’daki hem de bölgedeki oyun un kurallarını lehine çevirmek için ülkesinin elinden geleni yapacağını açıklaması iki ülkenin bir anlaşma içerisinde olduğu yönündeki iddiaları kuvvetlendirmiştir. Anlaşılan odur ki İsrail, İran dosyasında ABD’ye destek olmanın karşılığında Lübnan-Suriye meselesinde Washington’dan beklemektedir.
Lübnan ve Suriye’nin İsrail ile sıcak bir çatışmaya girmesi halinde bu durumun İran’ı da içine alması uzak bir ihtimal olmadığı gibi pek çok Batılı ülkenin bu gelişmeyi arzuladığı kesindir. Fakat düşündürücü olan husus bu senaryoda Arap devletlerinin nasıl bir tutum izleyeceğidir. Bu ülkelerin İran’a yönelik müdahaleleri kabullenseler de Lübnan ve Suriye’nin bu savaşta yer almasını nasıl karşılayacakları önemli bir soru işareti oluşturmaktadır. Bu sorunun cevabı, Hüsnü Mübarek’in, hem Batı hem de Tel Aviv nezdinde yoğun bir diplomatik trafik gerçekleştir mesi ve Mısır yönetiminin Suriye ile Lübnan’ı İsrail tehlikesine karşı daima destekleyeceği yönündeki açıklamalarında saklıdır. Anlaşılan odur ki, ılımlı Arap devletleri Lübnan-Suriye cephesinin açılmasına destek vermeyerek böyle bir mizansenin parçası olmayacaklarının ipuçlarını vermişlerdir.
Hamilton raporu
Amerikan Hükümeti’ne Irak ile ilgili bir yol haritası sunmak için 6 Aralık 2006 tarihinde yayımlanan Cumhuriyetçi eski Dışişleri Bakanı James Baker ve Demokrat Eski Kongre Üyesi Lee H.Hamilton raporunda;- İsrail’den Suriye ile barış yapması ve İsrail için stratejik öneme sahip olan Golan Tepeleri’ni Suriye’ye geri vermesinin, İsrail-Filistin barış sürecine pozitif bir ivme kazandırabileceği tezi,
- Amerika’nın Arap dünyasında güvenilirlik kazanmak ve kötü imajını düzeltmek için en etkili yolun sürdürülebilir bir Filistin Devleti nin kurulmasına çaba göstermekten geçtiği ve Orta Doğu’nun en önemli problemlerinden biri olan, İsrail-Filistin barış sürecinde, gelişme sağlanması ile il gili olduğu savunulurken, Barrack Obama, umutlarla dolu meşhur, 4 Haziran 2009 Kahire konuşmasının neden etkili olmadığı sorusuna cevap arıyordu.
Tel Aviv cephesinde ise birçok İsrailli uzmanın 1991 Madrid sürecinin devreye girmesiyle İsrail çağdaş tarihinin yeni bir başlangıç ile tanıştığını, Siyonizm öncesi ve Siyonizm sonrası ayrımının bu tarih ile birlikte yapılabileceği tezini öne sür erken, İbrani devleti başbakanı Netanyahu’nun katı tutumu, sert politikaları koalisyon hükümetinin barındırmış olduğu aşırı milliyetçi- dinci ideolojilere sahip gruplar böyle bir ayırımın yapılamayacağı tezini pekiştirmek üzere büyük çabalar harcadığı ortadadır.
Prof. Dr. Samir Salha: Kocaeli Üniversitesi Öğretim Üyesi
Kaynak: Radikal