Kara Kuvvetleri Komutanı Org. İlker Başbuğ'un, 24 Eylül günü Kara Harp Okulu ders yılının açılışı dolayısıyla yaptığı konuşmanın tamamını komutanlığın internet sayfasından okudum.

Söz konusu konuşma, Türkiye'nin temel siyasi konularına ilişkin devlet söyleminin güncel biçimi olarak görülebilir.

Öncelikle, bu konuşmadaki olumlu bulduğum hususlara değinmek istiyorum: Sayın Başbuğ, PKK terörizmine karşı mücadelenin, sadece askeri yöntemlerle başarılı olamayacağının, "ekonomik" ve "sosyo-kültürel" alanda önlemleri de gerektirdiğinin altını çiziyor. Terörizmle mücadelede devletin ulusal ve uluslararası hukuka uygun davranması, (yaşam hakkı dahil) temel hak ve özgürlüklere saygı göstermesi gerektiğini; güvenlik kuvvetlerinin "kesinlikle uyması gereken" kuralın "masum halk ile teröristin ve destekçilerinin ayırt edilmesi" olduğunu vurguluyor. Terörle mücadelenin uzun erimli olduğunu belirtiyor, kamuoyunun "mücadelenin süresine ilişkin gerçek dışı beklentiler içine sokulmaması" uyarısında bulunuyor. "Bazı etnik grupların kendi dillerini öğrenmek istemelerine" saygı göstermek gerektiğini; Türkiye Cumhuriyeti'nin "kültürel farklılıklara saygılı" olup, "kültürel zenginliklerin yaşanması için gerekli düzenlemeleri" yaptığını hatırlatıyor. "Etnik açıdan kendisini farklı hissetmek, ayrı bir aidiyet duygusuna sahip olmak ile etnik farklılıkları siyasal bir boyuta taşımanın (ayrılıkçılık?) farklı hususlar" olduğunu vurguluyor.

Bu konularda Sayın Başbuğ ile benzer düşünüyorum. Başbuğ'un söylediklerine itirazlarımın başlıcalarını ise şöyle sıralayabilirim: Ne yazık ki, AB'ye katılım sürecine kadar Türkiye'de resmî söylem ve uygulamalar, Türklüğe etnik ve dinsel bir anlam yüklemiştir. Bundan kurtulabildiğimiz hâlâ söylenemez. Iraklı Türkmenler "soydaşlarımız" olarak niteleniyor, haklarıyla yakından ilgileniliyor, ama kendini Kürt sayan yurttaşlarımızın "soydaşları" Iraklı Kürtlere karşı aşağılayıcı beyan ve tavırlardan kaçınılmıyor. Gayrimüslim yurttaşlar hâlâ milli topluluğun dışında sayılıp kamu görevlerine alınmıyor.

Etnik Kürt milliyetçiliği Türkiye'ye dışarıdan ihraç edilmiş bir vakıa değil; Türk milliyetçiliğinin etnik yorumunun doğurduğu tepkilerin yerel bir sonucu. Ülkenin bütünlüğünü ve halkın birliğini korumanın yolu, ulusun etnik ve dinsel kimliklerine bakılmaksızın haklarda ve sorumluluklarda eşit yurttaşlardan oluştuğu anlayışını benimsemek. Eğer etnik milliyetçiliğin verdiği zararlara son verilmek isteniyorsa, dışlandıkları duygusunu taşıyan yurttaşların gönüllerini ve zihinlerini kazanmanın çaresi bulunmalı.

Bugünün modernlik anlayışı, 20. yüzyılın başlarındaki modernlik anlayışı değil. Geride kalan modernlik anlayışı, bütün toplumun tek bir dil ve tek bir din içinde eritilerek birörnekleştirilmesini, tekkültürcülüğü öngörüyordu. Çok sayıda uluslararası insan hakları sözleşmesinin tanıklık ettiği üzere çağdaş anlamda modernlik ise, yerli ya da göç yoluyla gelen, etnik ya da dinsel azınlıkların kimliklerini özgürce yaşamalarının bireysel ya da grup temelli haklarla güven altına alınmasını öngörüyor.

Bugünün bilim anlayışı da 20. yüzyılın ilk yarısına hakim olan (pozitivist) anlayış değil. Bugünün yaygın bilim anlayışı (atıfta bulunulan Karl Popper'in tanımladığı) eleştirel rasyonalizm, yani bilimsel kuramların ancak aksi ispat edilene kadar geçerli olduğunu; en güvenilir bilgileri bilimin sağladığını; ama bilimin sınırları olduğunu; bilim ilerledikçe ne kadar az bildiğimizin anlaşıldığını söylüyor.

Bilimi hurafe ile eşit tutan, kültürel relativizmi savunarak evrensel değerleri, bireyin temel hak ve özgürlüklerini, yani evrensel insan haklarını reddeden anlamda postmodernizm, bırakın Türkiye'yi, hiçbir demokratik ülkede etkinlik kazanabilmiş, marjinal kesimlerin dışına taşabilmiş değildir.

Demokrasi elbette ki, bir "fikir anarşisi"dir. Her kafadan bir ses çıkmayan yerde sorunlara çözüm bulunamaz. Demokrasilerde insanlar kendilerine "dayatılan fikirleri" değil, doğru gördüklerini dile getirir.

 

Kaynak: Zaman