Türkiye'nin kendi iç sorunlarını çözmeden, bölgesinde oynamak istediği rolü oynamasının güç olduğunu düşünebilirsiniz.

 
Bunda kısmen haklı da olabilirsiniz. Ama şu gerçek değişmiyor: AKP iktidarının, bir yandan çetin iç sorunlarla uğraşırken, öte yandan Türkiye'yi giderek güçlenen ekonomisi ve demokrasisi ile bölgesine kavga ve çatışma değil, barış ve istikrar ihraç eden bir ülke olarak yeniden tanımlama uğraşı, yalnız bölgesi için değil bütün dünya açısından çok saygı değer bir çaba.

Liderliğini Erdoğan'ın yaptığı, mimarisini Ahmet Davutoğlu'nun çizdiği dış politikasıyla Türkiye şunları başardı: Çok değil on yıl önce hemen bütün komşularıyla kavgalı olan ve dış politikasını askeri tehditler üzerine inşa eden Türkiye, bugün komşularıyla "sıfır problem"li olmasa da, iyi ya da çok iyi geçinen bir ülke konumunda. Evet, ne Kıbrıs sorunu çözülebildi, ne de Yunanistan'la sorunlar. Ama bir Türk-Yunan savaşı düşünülemez oldu. Evet, diplomatik ilişki kurulamadı, sınırlar açılamadı, ama Ermenistan'la normalleşme de gündemde. On yıl önce her biri bir tehdit olan İran, Suriye ve Irak'la ilişkilerimiz çok iyi. Irak'taki Kürdistan Bölge Yönetimi'yle bile ilişkiler olumlu yönde ilerleniyor.

1952'den beri NATO üyesi olan, 2005'ten beri AB ile katılım müzakereleri yürüten, Batı ittifakının güçlü bir parçası olan Türkiye'nin, bugün bölgesinin bütün devletleri ve (Hizbullah ve Hamas dahil) demokratik meşruiyete sahip tüm diğer oyuncularıyla diyalogu var; Batı ile bölgesi arasında bir köprü rolü oynamakta. İsrail ile (bir kısmı gizli) askeri anlaşmaları var; ekonomik ilişkileri giderek büyüyor. Ankara, bölgenin birbirleriyle sorunları olan bütün oyuncularını buluşturup uzlaşmalarına çalışıyor. Bu bağlamda belki en büyük çabayı İsrail ile Suriye arasında barış için harcadı. Şurası muhakkak ki AKP iktidarı altında Türkiye, bölge sorunlarına diplomasi, görüşme ve uzlaşma yoluyla çözüm, yani siyasi çözüm modelini temsil eden ülke.

Bunun zıddı olan modeli ise İsrail temsil ediyor. İsrail görüşme ve uzlaşma yoluyla Filistinliler ve Suriye ile barış yapmaya kesinlikle hevesli görünmüyor. Ankara aracılığıyla Suriye ile anlaşmaya ramak kala Gazze'ye saldırdı. Belli ki İsrail'in temel politikası, Filistinliler üzerindeki işgal ve boyunduruğu mümkün olduğu sürece sürdürmek ve onları kendi şartlarıyla barışa razı etmek. Bu amaçla izlediği politikanın dayandığı temel ilkeler ortada: 1) "Böl ve yönet", yani Filistinliler arasındaki ayrılıkları deşmek ve sonuna kadar sömürmek. 2) Diplomasiyi çözüme ulaşmak için değil avantaj sağlamak için kullanmak, yani Oslo barış sürecinden Batı Yakası'ndaki Yahudi yerleşimlerini genişletmek için, Hamas'la ateşkesten Gazze'ye saldırıya hazırlık için yararlanmak. 3) "Muhatap kabul etmemek", yani önce Arafat ve FKÖ'yü, sonra Hamas'ı "terörist" ilan edip onlarla konuşup anlaşmaktan kaçınmak. 4) Ve tabii ki geriye kalan yegane öteki araca, militarizme sıkı sıkıya sarılmak; gerektiğinde Hizbullah'ı bahane edip Lübnan'ı, gerektiğinde Hamas'ı bahane edip Gazze'yi yakıp yıkmak, Suriye'yi bombalamak, İran'ı bombalamaya hazırlanmak.

Bu tavrı giderek açığa çıkan İsrail, giderek George W. Bush yönetimindeki ABD'nin düştüğü durumdan daha beter bir konuma düşme, bir husumet deniziyle çevrilme tehlikesiyle karşı karşıya. İsrail'in bu politikası, kendi halkına güvenlik sağlamadığı gibi, güvendiği otoriter Arap rejimlerin de sonunu getirebilir. Şimdi Obama yönetiminin karşı karşıya olduğu temel soru şu: ABD'yi ve dünyayı değiştireceğini vaad eden Obama, Ortadoğu'da ve dünyada Türkiye'nin temsil ettiği yolu, yani sorunları diplomasi ve görüşme yoluyla çözme yolunu mu izleyecek, yoksa Bush yönetimi gibi yapıp İsrail'in gösterdiği yolu, yani muhatap almama ve yakıp yıkma yolunu mu? Washington, Türkiye ile birlikte davranarak ağırlığını Ortadoğu'da barış ve istikrar lehine mi kullanacak, yoksa hiçbir şey değişmeyecek, ABD İsrail ile birlik olup yakıp yıkmaya devam mı edecek?