Sözde ‘Arap Baharı’nı açıklamak için iki ana anlatı ortaya çıktı. İlki ve en popüleri, Bin Ali ve Hüsnü Mübarek’in yerlerinden edilmesini; uzun, süregelen demokrasi yürüyüşü olarak görüyor. Bu bakışa göre Arap Baharı, sosyal ağlara bağlanan ve Batı’da görülen demokratik yaşamın ateşlediği batılılaşmış gençlik tarafından gerçekleştirildi. Bu anlatı genel olarak hem Batılılara hem de dünyanın geri kalanında ‘Batı tarafından zehirlenmiş olanlara’ hitap ediyor. Altında yatan üç varsayım, Batı’nın süren merkeziliğini ve temelde üstün olduğu bakışını tescilliyor. İlk olarak, demokrasinin yalnız bir kaynağı olduğu ve ancak o kaynak taklit edildiği takdirde demokrasinin yerine getirilebileceği varsayılıyor. Demokrasi, Batı yanlısı hükümet için bir metafor; serbest pazarı ve toplumsal gelenek ve adetlerin sadece Batı toplumunun kendi görüşünün bir benzeri olarak sayıldığı toplumu ile. İkinci varsayım ise teknolojinin, ondan hariç olan sosyal süreçleri belirleyebileceği. Başka bir deyişle teknoloji sosyal dönüşümü ortaya çıkarabilecek otonom bir güçken, toplumun bir parçası değil. Üçüncü varsayım ise Arap Baharı’nın İslamcılık’ın sonu ve başarısızlığı olduğu. Usame bin Ladin’in suikaste uğraması ve Amerikan işgalinin Irak ve nihayet Afganistan’da kazandığı zafer bu başarısızlığın işaretleriydi. Bu varsayımlar, tarih ve politikanın Batı’nın mirası olduğu ve Batılı sayılmayan toplumların tarihi ithal edebileceği, ancak onu yapamayacağı konusundaki ısrarları tekrarlıyor.  

Bu varsayımları tartışmadan önce, ikinci bir anlatıya; ‘Arap Baharı’nı halkın gücünün serpilmesi değil, Amerika’nın ilham verdiği bir devrimin başka bir bölümü olarak gören anlatıya odaklanmak istiyorum. Bu bakışa göre ABD stratejisinin bir bölümü de halk hareketlerini, ABD’nin düşman saydığı rejimleri zayıflatmak için kullanmak. Bu bakışı destekleyenler, Rusya’nın bölgedeki nüfuzunu azaltan eski Sovyet Rusya’daki devrimlere, Gürcistan’daki gül devrimi ve Ukrayna’daki turuncu devrim kadar Lübnan’daki başarısız sedir devrimi ve İran’daki yeşil harekete de odaklanıyorlar. ABD’nin bu hareketlenmeye dahil olanlara verdiği maddi desteğin düzeyine, ABD komplosunun bir göstergesi olarak dikkat çekiyorlar. Ayrıca Suriye ve Baasçı rejimlerin rejim değişikliği tehdidiyle karşı karşıya olduğuna ve aynı zamanda ABD’nin Suriye ve Libya’daki ayaklanmaları desteklerken, Suudi güçlerinin Bahreyn’deki bir ayaklanmayı bastırması karşısında sessiz kaldığına dikkat çekiyorlar. 

Batı gücünün ikiyüzlülüğü, Batı tarafından zehirlenmiş olanlar dışında kimseye şaşırtıcı gelmiyor. Böyle bir anlatıda halk seferberliğinin rejimi değiştirmesi, ABD’nin yeni bir Amerikan yüzyılının önünde durabilecek herhangi bir engeli yok ederek dünyayı istediği biçimde şekillendirmesi stratejisinin sürdürülmesine yarıyor. Bu tip bir anlatı genellikle ihtimalle komployu birbirine karıştırıyor. Anti-emperyalist/ anti-Amerikancı bakış içinde geliştirilse de, aslında ABD kışkırtmadan temsil edilmenin hayal bile edilmediği ABD egemenliği ile uyumlu.

***

‘Arap Baharı’ ne bir ABD komplosunun veya kitlesel seferberliğin gerçekleştirdiği bir rejim değişikliğinin ürünü ne de İslamcılık’ın yenilgisi ve geleceğin batılılaştırılmasının teyidi. ‘Arap Baharı’ soğuk savaşın ardından ortaya çıkan bir devlet biçiminin çöküşüne işaret ediyor. Bu Muhaberat devletiydi. Bu devlet şekli, iki kutuplu dünya düzeni bağlamında resmi sömürgeciliğin sona ermesinin ardından ortaya çıktı ve burada pek çok devlete yönelik asıl tehditler dış değil iç kaynaklıydı. Çünkü  devletlerarası savaş iki süper güç tarafından kontrol ediliyordu. Böylece bu devletler bu şekilde gelişip iç tehditlere odaklanarak, onları dış tehditlere karşı korumaları için yabancı müttefiklerine güvendiler.

Muhaberat devletleri kapsamlı istihbarat servisleri ve sistematik işkence ile halk hareketlerini engellemeye çalıştılar. Bu tip devletler halk meşruiyetinden kurtulmayı başardılar çünkü onları iktidarda tutmaları için süper güçlerin desteğine bel bağlamışlardı. ‘Terörle savaş’ın ekseni iç tehditten dış tehdide kaydı. Bu esnada ABD’nin askeri üstünlüğü ulusal bağımsızlığı aşındırıyor ve ABD egemenliğine karşı denge kuracak bir gücün yoksunluğu, ABD müdahalesinin eşiğini alçaltıyor. Devletlerin bağımsız olmalarının tek yolu, halk meşruiyetini ve desteğini kazanmayı garantilemek. İşkence ve sindirme ile yöneten devletler, terörle savaşın hedefinde kaldıklarında yalnız halklarının desteğine güvenebilirler.

‘Arap Baharı’ uluslararası düzendeki yapısal bir değişimin ürünüdür. Bu İslamcılık’ın yenilgisine işaret etmiyor, çünkü İslamcılık belirli bir dizi strateji ve politikalara değil iki unsur çevresindeki daha genel bir dönüşüme atıfta bulunuyor: Müslüman kimliği ve otonomi. İslamcı sadece kendini Müslüman olarak gören ve Müslümanların kendi tarihlerini yazabilmesi gerektiğini düşünen kişidir. ‘Arap Baharı’ndan doğan rejimler bu konularla, onlardan önceki rejimlere nazaran daha rahat olacak gibi görünüyorlar.

Kaynak: Star