12 Eylül referandumu sebebiyle meydanlarda toplanan kalabalıklara, bir günde üç ayrı şehire gidip halkla yüz yüze gelen siyasetçilere bakıp bunları sistemin sağlıklı işleyişinin kanıtları olarak görebilirsiniz.

Bir dereceye kadar öyledir de.

Nihayet bu görüntüler demokrasinin açık tezahürleri.

Dahası, referandumun kendisi bir ‘doğrudan demokrasi’ uygulaması.

Gelgelelim, önümüzdeki ‘tablo’ siyasetin sağlığı açısından bütünüyle iyi işaretler vermiyor.

Liderlerin diline, kullandıkları üslûba, verdikleri mesajların içeriğine bakın.

Liderlerin birbirlerine karşı kullandıkları ‘ Recep Bey’, ‘Bay Kemal’ ifadelerindeki seviye, ‘senin havuzlu villan var, benim kooperatif evim’ muhabbetlerindeki çiğlikler bizlere hep ‘eski Türkiye’yi hatırlatıyor.

Sanki 1980’lerdeyiz ve kürsülerde de Demirel, Ecevit, Türkeş ve Erbakan var!

Sorarım sizlere, bu üslûbun, ‘Morison Süleyman’ suçlamalarından, ‘kadayıfın altı kızardı’ söylemlerinden ne farkı var, ne kadar farkı var?

Siyasetçilerimiz şundan emin olsun, bu dil, bu üslûp, bu içerik üzerinden elde edecekleri bir başarı yoktur.

Geçti o günler.

Dahası haberleri olsun, bu söylemde, halkı hadi aşağılayan demeyelim ama ‘çocuk yerine koyan’ bir taraf da var.

Bizden söylemesi!..

1950’DEN 2010’A

Bugünlerde, MetinToker’in, ‘Demokrasimizin İsmet Paşa’lı Yılları’nı okuyorum. Açıkça görülüyor ki, 1950’lerden bu tarafa katettiğimiz mesafe muazzam.

Bugün bir partinin kurultayını Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde gerçekleştirmeye kalkmasını düşünebilir misiniz?

Bugün Cumhurbaşkanı seçildikten sonra bile eski partisinin kongresine gidip kulis yapan bir Cumhurbaşkanı olabilir mi?

Ama yine de tartışma konularına bakınca insan hayal kırıklığı yaşıyor.

İsmet Paşa, 1952 yılında Demokrat Parti iktidarının uygulamalarından rahatsızdır.

Söylediği şu:

“Bağımsız mahkeme, bağımsız yargıç kavramı bugün vatanın en önde gelen meselelerinden biridir.” 

Metin Toker’in sözleri:

“Nihat Erim, kendi deyimiyle bir ‘çokluk istibdadı’nın adım adım gerçekleştirildiğini söylüyordu. CHP’nin başlıca görevi buna olanak sağlamamak, bunun üzerine yürümek, demokratik rejimi yaşatmaktı.” 

Demokrat Parti’nin Devlet Bakanı Fevzi Lütfi Karaosmanoğlu, tek parti sultası kurmaya doğru gittiklerine dair suçlamalara şu karşılığı veriyordu: “ Kökü hürriyete dayanan ve hürriyetle beslenen bir partinin diktatörlüğe gitmesi mümkün müdür?”

Metin Toker’den satırlar:

“Demokrat Parti’nin o 1950 yılındaki seçim zaferleri genel seçim, muhtar seçimi, belediye seçimlerinden ibaret kalmadı. Ekim’in ortasında il genel meclisleri seçimine gidildi. 447 ilçenin 328’ini DP aldı, 110’unu CHP. Bütün bunların DP büyüklerini, özellikle de Adnan Menderes’i sakinleştirmesi gerekmez miydi?  Böyle hırçınlıklara hiç gerek bulunmadığını seçmen ne kadar güzel anlatıyordu.. .”

Tartışmalar böyle sürüp gidiyor. Bugüne  çok benziyor.

Menderes hükümetlerinin, ister Truman Doktrini veya Marshall Yardımı sayesinde deyin, ister başarılı bir politika yürüttüğü için deyin çok büyük bir ekonomik ve toplumsal dönüşümü gerçekleştirdiği, 27 yıl süren tek parti yıllarının ardından Türk halkına derin bir nefes aldırdığı ortada.

 Ancak, 1950’den 1960’a doğru giderken olaylara aşırı tepkiler verip demokratik hayatı boğan düzenlemelere gittiği de bir gerçek.

AKP hükümetlerinin rejimin işleyişi konusunda 8 yıllık seyri, Menderes hükümetlerinin tam tersi bir çizgidedir. İdeolojik önyargılarla yapılan değerlendirmeler olabilir. Ama 2010 Türkiye’si 2002 Türkiye’sinden demokratikleşme açısından daha ileridedir.

Menderes, nazik bir adamdı şüphesiz ama asabiydi. Sergilediği büyük başarıları gölgeleyen, kendisine siyaset sahasında gereksiz ve büyük yanlışlar yaptıran bir asabiyet hali.

Yeni Türkiye’nin ihtiyacı sakin, soğukkanlı ve seviyeli bir siyasettir.


Kaynak: Star