Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucuları, Osmanlı'dan miras çok sayıda etnik ve dinsel gruptan oluşan Anadolu Müslümanlarından, aynı dili (Türkçe) konuşan ve aynı inanca (Diyanet İslam'ı) bağlı bir "Türk milleti" yaratma projesini uygulamaya koydular.

Bu proje uyarınca, diğer etnik ve dinsel gruplar gibi Kürtler (ve Aleviler) de yok sayıldı. Ne var ki asimilasyon politikaları ancak bir ölçüde başarılı olabildi.

Kendini Kürt sayan yurttaşların dil ve kültürlerini serbestçe yaşama ve kendilerine özgü dertlerini özgürce ifade olanaklarının bastırılmasından kaynaklanan "Kürt sorunu", Cumhuriyet tarihi boyunca irili ufaklı (sonuncusuna PKK'nın öncülük ettiği) isyanlara neden oldu. İsyanlar, sorunun güvenlik boyutunu meydana getirdi. Kürtlerin çoğunlukta olduğu illerin ülkenin en az gelişmiş yörelerini kapsaması, sorunun sosyo-ekonomik boyutunu; Ortadoğu ülkelerine dağılmış toplam 25 milyon dolayında Kürt'ün yaklaşık yarısının Türkiye'de yaşıyor olması da, sorunun uluslararası boyutunu oluşturdu.

1950'de çok partili düzene geçişe koşut olarak Kürt kökenlilerin coğrafi ve sosyal mobilite kazanmalarıyla "yumuşayan" Kürt sorunu, 12 Eylül askerî darbesiyle yeniden keskinleşti. Askerî yönetimin Kürtçeyi yasaklaması, Kürt kimliğini savunanlara karşı uyguladığı baskılar, 1978'de kurulan (etnik milliyetçi, Pan-Kürdist, şiddet-terör yanlısı) PKK'ya giderek büyüyen bir destek doğurdu. PKK'nın başlattığı silahlı isyan, 1984-99 arasında büyük çoğunluğu Kürt, 30 bin dolayında insanın ölümüne yol açtı.

Bu trajedinin gölgesinde Türkiye, 1990'lardan itibaren Kürt sorununun çözümü yolunda adımlar atmaya başladı. Konu tartışılmaya başladı. 1991'de Kürtçe yasağı kaldırıldı; Kürtçe gazete ve kitap yayını serbest hale geldi. Sorunu programlarının merkezine koyan partiler kuruldu. Ayrılıkçılık suçlamasıyla sürekli kapatılsalar, kimi mensupları PKK ile ilişkili oldukları gerekçesiyle hapse atılsalar da, Kürt partileri siyaset sahnesine çıktı.

Kürt kimliğinin tanınması alanında esas adımlar ise AB reformları bağlamında 2001-2004 arasında atıldı: Kürtçe eğitim ve yayın, kısıtlı da olsa ilkede serbest hale geldi. Bir Kürt partisi (DEHAP) 2004 yerel seçimlerinde Kürt çoğunluklu bölgedeki belediyelerin çoğunu kazandı; 2007 seçimlerinde de (DTP) bağımsız adaylar aracılığıyla Parlamento'ya girdi. DTP, PKK ile aynı tabanı paylaştığını söylüyor, ama şiddeti reddediyor. Son zamanlarda DTP saflarında PKK ile birlikte anılmayı reddeden bir anlayış da dile gelmeye başladı.

2007 seçimlerinin Kürt sorunu açısından en dikkate değer sonucu, iktidar partisi AKP'nin, Kürt çoğunluklu illerde oyların yarısından fazlasını toplamayı başarmasıydı. AKP'nin bu başarısında Kürt kimliğinin tanınması yolunda atılan adımlar kadar, bölge halkının şiddetten, bu arada PKK'dan yaka silkmesinin de rolü vardı. AKP hükümetinin sosyo-ekonomik koşulların iyileştirilmesine yönelik önlemleri yanında, 2003 sonrasında Irak'taki özerk Kürt bölgesiyle gelişen ekonomik ilişkiler de bölgede göreli bir refah artışına yol açtı.

Ülke bütünlüğünün ancak demokratikleşmeyle sağlanabileceğini savunanlar ile demokratikleşmenin ülkeyi parçalanmaya götüreceğinden kaygı duyanlar arasındaki mücadele ortamında Kürt sorununun halli yolunda kaydedilen bu gecikmiş, yavaş, yetersiz ama yine de azımsanmayacak ilerlemeler, (başlangıçtaki Pan-Kürdist gündemine dönme belirtileri gösteren) PKK'yı derinden rahatsız etti. Demokratikleşmenin devamı halinde tamamen desteksiz kalacağı endişesine kapılan PKK, saldırıları aniden tırmandırdı. Örgütün amacının otoriter önlemleri tahrik, Türkiye'nin Irak Kürtleriyle çatışmaya girmesini kışkırtmak, bir Türk-Kürt savaşını ateşlemek ve Kürt sorununa uluslararası nitelik kazandırmak olduğuna kuşku yok.

Türkiye, PKK'nın tuzağına mı düşecek, yoksa Kürt sorununun halli yolunda ilerleyecek mi? Önümüzdeki günler bunu gösterecek.

 
Kaynak: Zaman