Peşinen söyleyelim: New York görüşmesi, tamamen Türk tarafının kontrolünde gerçekleşmiştir. Görüşmeden sonra bazı uzmanlar tarafından ortaya konulan, "yeni bir şey çıkmadı", "sürpriz yok" ifadelerine katılmıyorum. Belki Türk tarafı açısından herhangi bir "sürpriz" yaşanmamıştır; ama Rum tarafı, tam bir şok içindedir!

Rum tarafı, New York'taki görüşmelerden olağanüstü bir sonuç beklememekteydi. BM'nin sürecin değiştirilmesine ilişkin herhangi bir öneri sunacağına ilişkin bir durum da onlara göre söz konusu değildi. New York'ta yapılan üçlü görüşmede sadece müzakerelerin şimdiye kadarki sürecinin ele alınacağı; ortak açıklama yapılmayacağı düşüncesi hâkimdi.

Oysa açıklama yapılmıştır. Hem de Rum tarafının hiç beğenmeyeceği şekilde BM'nin kendi rolünü ve süreci değiştireceğini ortaya koyan bir açıklama...

Rum tarafı, daha New York'taki görüşmeler başlamadan ayak sürümeye başlamıştı. Aslında Hristofyas, New York'a gitmek bile istemiyordu... Sözcüsü Stefanu aracılığıyla da bunu zaten ifade ettirmişti. Sonra –herhalde- araya giren "hatırlı" çevrelerin "telkinleri" ile bu fikrinden caydı ve gitmeye karar verdi(rildi). Son bir (ucuz) manevra ile "bari 15 Kasım'da buluşalım" dedi; o da olmadı... 15 Kasım KKTC'nin ilan edildiği gündür. Derviş Eroğlu'nun Cumhurbaşkanı olarak KKTC'nin ilan edildiği günde ülkesinde olmaması düşünülemezdi. Görüşme tarihi 18 Kasım olarak açıklanınca, Hristofyas'ın bu "dâhiyane"(!) manevrası da başarısız oldu...

Bunun üzerine Hristofyas yaklaşık iki haftadır süren bir "New York'ta neler olmayacak" propagandası başlattı. Buna göre; (1) Müzakere sürecinin Kıbrıslılara ait olacağı prensibi değişmeyecek, (2) Hakemlik olmayacak, (3) BM'nin rolünde herhangi bir değişiklik olmayacak ve (4) Uluslararası konferans olmayacaktı. Üstelik Hristofyas, Ban'a bir mektup göndererek, "BM Genel Sekreteri'nin Kıbrıs Özel Danışmanı Alexander Downer tarafından, "üçlü görüşme çerçevesinde Ban'ın Kıbrıs'taki müzakere sürecini değiştirme niyeti olmadığı, hakemlik ve baskı uygulamayacağı, ayrıca görüşme sonrasında ortak açıklama yapılmayacağı'' konularını net bir şekilde ifade etmiş ve bunun teyidini istemişti. Medvedev'in geçen ay içinde Kıbrıs'a yapmış olduğu ziyaret esnasında verdiği destek Rum tarafının güvenini perçinlemişti.

Oysa Genel Sekreter Ban Ki-moon, bir açıklama yaparak en başından Hristofyas'ın empoze etmeye çalıştığı çerçevenin dışına çıkmıştır. Görülmektedir ki Rum ültimatomu, Ban'a sökmemiştir. Evet, açıklamasında Ban, müzakere sürecinin Kıbrıslılara "ait" olduğuna vurgu yapmıştır ki bu, ilk bakışta Hristofyas'ın istediği "Müzakere sürecinin Kıbrıslılara ait olacağı prensibi değişmeyecek" ifadesinin teyidi şeklinde algılanılabilir. Fakat dikkat edilmelidir ki Ban, aynı zamanda, müzakerelerin ilânihaye böyle gidemeyeceğine de vurgu yapmıştır ki işte bu noktada kritik eşik aşılmıştır.

Ban'ın konuşma metni incelendiğinde –ki apayrı bir yazı konusudur- diplomatik nezaket sınırları içinde kalmakla birlikte artık BM'nin, Kıbrıs konusunda daha fazla sessiz kalamayacağının çok açık ifadeleri vardır. BM, (örtülü bir biçimde de olsa) hakemliğe soyunacağının sinyalini vermiştir. Bu, son dönemde BM tarafından seçilen pasif duruşun terk edileceği olarak okunabilir. Bundan sonraki dönemde BM, etkinliğini giderek artan düzeylerde göstermeye başlayacaktır. Dolayısıyla; Hristofyas'ın "olmaz" dediği şeyler bal gibi de olmuştur New York'ta ve olmaya da devam edecektir!

Pekiyi, Hristofyas'ın "olacak" dediği şeylere ne olmuştur? Tek kelime ile "olmamıştır!" Mülkiyetin toprak başlığı ile birleştirilmesi ve hatta göçmenlerin de araya çeşni olarak katılması ile ilgili hiçbir ifade gelmemiştir Ban'dan... BM Genel Sekreteri sadece açıklamasının başında başlıkları isim isim sıralayarak üzerinden geçildiğini ifade etmiştir. Birtakım çevrelerin çok beklediği Hristofyas-Talat mutabakatlarının teyidi ise gündeme dahi gelmemiştir. Bu da göstermektedir ki müzakereler, geriye veya geçmişe değil, ileriye ve geleceğe doğru ilerlemektedir.

Muhatabı Eroğlu'nun elini sıkmak konusunda bile sıkıntı gösteren, Ban'ın ancak bir BM Genel Sekreteri'nden beklenecek bir vücut manevrası ile tarafları el sıkıştırırken sıkıntısını saklayamayan Hristofyas'ın, toplantı sonrasında açıklama yap(a)maması dikkat çekicidir. En az bunun kadar dikkat çekici olan ise Hristofyas'ın derhal Rus, Fransız ve Yunan temsilcileri ile bir araya gelme isteğidir. Belli ki Rum lider, toplantı sırasında kaybettiği sahayı "ağabeyleri" devreye sokarak geri kazanmak çabasındadır.

Bir değerlendirme de KKTC Cumhurbaşkanı Eroğlu'nun müzakerelere getirdiği yeni ruh hakkında yapılmalıdır. Müzakerelere çok hazırlıklı gittiği gerek toplantı öncesi yaşananlar, gerekse toplantı sonrası yapılan açıklamalarda belli olan Eroğlu, seçilmeden önce hakkında Rum propaganda makinesinin yaratmış olduğu uzlaşmaz-kötü lider imajını yıkmakla kalmamış, bu imajın gerçek sahibinin aslında Hristofyas/Rum liderliği olduğunu ortaya koyacak hamleleri başarı ile gerçekleştirmiştir. Sanılanın ve korkulanın aksine; Talat sonrası Türk tarafının durumu kötüye gitmemiş, bilakis uluslararası camia nezdinde gelişen "Türk tarafı iyi niyetle çözüm istiyor" düşüncesi güçlendirilmiştir. Nitekim Genel Sekreter Ban Ki-moon, kaybedilen ivmeden dolayı tarafları suçlamazken aslında Rum tarafının istemlerine karşı durarak zımni de olsa bir duruş sergilemiş ve mevcut görüşme sürecini Rum tarafının bütün muhalefetine rağmen Ocak 2011 ile sınırlamayı başarmıştır.

AK Parti iktidara geldiğinden bu yana Türk tarafı tek bir taviz veya ödün vermeden Kıbrıs'ta inisiyatifi ele almış durumdadır. 18 Kasım New York görüşmesi, Türk tarafının hamle üstünlüğünü perçinlemiştir. Türk tarafı açısından BM'nin sürece müzakerelere hareketlilik kazandıracak şekilde daha etkin bir şekilde dâhil olması konusunda bir sıkıntı yoktur; bilakis Türk tarafı, BM Güvenlik Konseyi'nin Genel Sekreter'e vermiş olduğu iyi niyet misyonu çerçevesinde BM Genel Sekreteri veya onun görevlendirdiği özel temsilcinin müzakerelerde daha aktif bir rol oynaması hususunun dikkatle değerlendirilmesi konusunda defalarca çağrıda bulunmuştur. Hatta Türk tarafı BM'nin süreci hızlandırmak amacıyla yapacağı önerileri memnuniyetle karşılayacağını da belli ederek Rum tarafının olumsuz yüzünün daha net bir şekilde ortaya konulabilmesinin yolunu açmıştır. Neticede AK Parti'nin proaktif yaklaşımları Kıbrıs konusunda müzik durduğunda Rumları ve arkasındaki muhtemel diğer aktörleri ayakta bırakacak bir noktaya getirmiştir. Üstelik müzik, artık durmak üzeredir.

Çok kısaca özetleyecek olursak; New York görüşmeleri aslında Rumlar açısından sonun başlangıcıdır. Uluslararası konjonktürü takip etmekte zorlanan Rumlar, Türkiye'nin küresel düzeyde artan ağırlığını görmezden gelerek, Kıbrıs gibi beynelmilel bir meseleyi kendi kendilerine küçülttükleri dünya içine sığdırmaya çalışmışlardır. İngiltere ve ABD'den gelen sinyalleri, toplantının kritik NATO zirvesinden hemen bir gün önce yapıldığı gerçeklerini de inkâr eden bir tutum sergilemişlerdir. Belki hepsinden daha önemlisi, Türk tarafının iyi niyetli ve çözüm isteyen tavrını görememişlerdir. Türkiye ise gerek NATO'da yaptığı gövde gösterisi ile, gerekse müzakere sürecine yaptığı olumlu katkılar ile Kıbrıs'ın Avrupa ile olan ilişkilerini sekteye uğratmasına izin vermeyeceğini ortaya koymuştur. Kıbrıs, global satranç tahtası üzerinde Anglo-Saksonlara karşı dengeleyici olmaya çalışan Rusya ve Fransa ile Almanya'nın arasında yeni bir cepheye dönüşürken Türkiye, kartlarını doğru oynadığı bir genel strateji izlemektedir. Zaten genel olarak bakıldığında Kıbrıs, Türkiye için artık bütün dış politikayı tahakkümü altına alan yegâne mesele olmaktan çıkmış, Türk dış politikasının çoklu denklemi ve stratejik derinlik mantığı içinde bileşik kaplar mantığı ile ele alınan bir konu haline gelmiştir.

Önümüzdeki haftalarda yoğunlaştırılmış müzakereler yapılacaktır. Burada liderler, hangi konularda uzlaştıklarını, hangi konularda uzlaşamadıklarını yazıya dökeceklerdir. Ardından liderler 2011 başında bu defa Cenevre'de yeniden bir araya geleceklerdir ve işte orada Birleşmiş Milletler, birtakım radikal kararlar alacaktır.

Demek ki görüşmelere fiilen takvim konulmuştur. Üstelik artık BM'nin hakemliği söz konusudur. Bu hakemlik, örtülü olacaktır. BM hızlandırılmış müzakere sürecinde tarafları dikkatle dinleyecek, arada "köprü" kuran öneriler yapılmasına yoğunlaşacaktır. Elbette BM'nin önerileri "mecbur kabul edilebilir" olmayacaktır; ne de olsa süreç "Kıbrıslılarındır". Fakat önerileri kim reddederse, "sorumluluk" ona ait olacaktır ki işte Cenevre'deki hassas karar bu sorumluluk paylaşımına dayanacaktır. Şu an için sorumlu tarafın Rumlar olacağına dair hâkim fikriyat katlanarak devam etmektedir.

Bütün bunlar, Türk tarafının tezlerinin New York'ta itibar gördüğünü göstermektedir. Geriye bir tek uluslararası konferans toplanması kalmaktadır. Henüz Cenevre'ye başka kimlerin davet edileceği belli değildir; onu da zaman ve Ocak 2011'e kadar müzakerelerde gösterilen performans belirleyecektir. Eğer, hızlandırılmış görüşmelerden de bir sonuç alınamaz ve 2011 Ocak ayına kadar arzu edilen ilerleme yine sağlanamazsa, belki Cenevre'de BM nezdinde Kıbrıs Türk, Kıbrıs Rum tarafları ve hatta garantör devletlerin katılımı ile bir uluslararası konferans düzenlenmesi gündeme gelecektir. Böylece Cenevre'de bütün başlıkların görüşülerek somut ilerleme sağlanması çabasına girilmesi şansı yakalanacaktır. Elbette garantörlerin de katılımı ile yapılacak bir uluslararası toplantı, henüz müzakere edilme şansı bulunamamış olan 'Güvenlik ve Garantiler' başlığının daha doğru bir zeminde tartışılabilmesini sağlaması açısından da ayrıca faydalı olabilecektir.

Kaynak: Zaman