Kıbrıs BM Genel Sekreteri ve iki toplum liderinin Cenevre zirvesiyle ele alınıyor. Bir bakıma 2010 Kasım'ında ortaya konan bu tarihin bir bakıma mart ayında anlaşılan ve anlaşılmayan noktaların masaya geleceği bir zemine kayacağı gibi bir görüntü söz konusudur.

Öncelikle Cenevre Kıbrıs'ta önce Talat-Hristofyas, ardından Eroğlu-Hristofyas görüşmelerinin nereye varabileceğine ilişkin bir pusulayı ortaya çıkarıp çıkaramayacağını ortaya dökmesi bekleniyor. Şimdilik iki liderin de hazırlıklarını yaptığı ve her iki tarafın da ceplerinde somut önerilerle BM Genel Sekreteri'nin karşısına çıkmaları bekleniyor. Bu zirvenin aslında kapsamlı bir çözüme varılması hususunda belki garantör devletlerin de katılacağı başka bir zirveyle ele alınması ihtimalini güçlendirdiği söylenebilir. Elbette özellikle Güney Kıbrıs'ta mayıs ayındaki seçimlerle Türkiye'deki haziran ayındaki seçimlerin bu zirvenin hızını kesebileceği yorumları yapılsa bile BM'nin ciddi bir yönlendirmeyle bu zemine kayması mümkündür. Her halükarda Kıbrıs sorununun 2011 içinde ya seçimler öncesinde veya en geç eylül ayı sonunda artık bir kırılma noktasına geleceği ağır basmaktadır. Öyle ki özellikle BM Barış Gücünün Kıbrıs topraklarından çekilebileceği yorumları yapılmaktadır. BM Genel Sekreteri Ban'ın, arkasına ABD ve İngiltere'nin ciddi desteğini aldığı takdirde bu konuya nihai bir tarih ortaya koyması muhtemeldir.

Zirvenin en önemli özelliği, BM Genel Sekreteri'nin iki liderle son bir buluşma takvimiyle bir araya gelip ardından da uluslararası bir konferansı gündeme getirmesi olabilir. Denktaş zamanlarında Kıbrıslı Türkler ve Türkiye nedense uluslararası konferanslardan uzak durmayı tercih ediyordu. Artık uluslararası konferansları isteyen bir konuma sahibiz, bunun bile kendi içinde bir güven meselesi olduğunu görmek yanlış olmayacaktır. Nerede şu olmazsa katılmam veya ön şartlarım şunlardır diyen bir Denktaş stili müzakerecilik nerede önce Türkiye'deki AK Parti'nin konuya yaklaşımındaki zihinsel ihtilal, ardından ikinci Cumhurbaşkanı Talat'ın dinamik müzakereciliği. Eroğlu'nun ciddi sağlık sorunlarına rağmen elinde çözüm önerileriyle Cenevre Zirvesi'ne katılıyor. Aslında bazı konular ve sorunlar vardır ki hemen çözümlenmesi veya haklının haksızın bir an önce ilan edilmesinde acelecilik içinde oluyoruz. Halbuki Kıbrıs konusunda 1974'ten sonra bakıldığında öyle fırsatlar, tamamen konuya kör noktasından yaklaşıldığı için, yitirildi ki şimdilerde 2002-2011 arası dönemde sadece bir Annan Planı oylamasındaki evetçi tutumumuz ve bu 8 yıllık dönem haricinde tutarlı Kıbrıs politikası yürütülmemiştir.

Cenevre, Kıbrıs konusunda uzun süreli olmayacak bir takvimi belirleyecek bir konumdadır. Bundan sonra mart ayında benzer bir zirve daha ya olur ya olmaz. Ardından garantör ülkelerin oluru tam anlamıyla alındığı takdirde uluslararası bir konferansla Türkiye, Yunanistan, İngiltere, "Kıbrıs Cumhuriyeti" ve KKTC bir araya gelip konuyu çözüme götürme konusunda BM'nin öncülüğünde tartışabilirler. Bu konferansa Hristofyas karşı çıkıyor. KKTC'nin 2002 öncesi dönemindeki gibi onlar şimdi zamana oynuyorlar. Öyle ki Haziran 2012'de "Kıbrıs Cumhuriyeti" olarak AB dönem başkanı oluyorlar. Bir yıl sonra dönem başkanı olup konuyu kendi anlayışlarıyla farklı hassasiyetlere getirmek düşüncesindeler. Burada özellikle Türkiye-AB ilişkileri üzerinden dönem başkanı olacak Rumların öyle bilek bükecek bir konumları olmayacağı açıktır. Lakin işin psikolojik yanında şöyle bir görüntü vardır: Türkiye, Kıbrıs'a müdahale etti ve yasal topraklarımızda "gayrimeşru" bir yönetim oluşturdu. Bu daha fazla ve etkili bir konumda kendi tribünlerine dönük psikolojik bir tatmin yaratma arayışı. Lakin 4 Mart 1964 tarihinde BM Güvenlik Konseyi'nin almış olduğu 186 sayılı kararın içerdiği hükümet aslında Kıbrıs Cumhuriyeti anayasasına göre iki kurucu halkın bakanlıklarını da kapsıyordu. Bu anayasal yapının içerdiği hükümet o gün de yasal ve meşru olmadığı halde, dönemin Türkiye'nin BM New York büyükelçisinin "özel" nedenlerle katılamadığı karar tartışması bugün bile Kıbrıs'ta aleyhimize kullanılıyor.. Doğrusu 5 Mart 1964 tarihinde dönemin Başbakanı İsmet İnönü'nün alınmış olan bu kararı "tarihî zafer" olarak nitelendirmesinin de herhalde bu kararın alınma sürecindeki olumsuz katkımızın olmasıyla alakası vardır. İşte Kıbrıs aynı zamanda böyle bir tarihî gerçeği de içeriyor!
 

Kaynak: Zaman