Ergenekon adı verilen soruşturma başladığından beri Türk kamuoyu birkaç parçaya bölündü.
İlk bakışta bu bir ikiye bölünmeydi.
* Soruşturmanın yakın geçmişte karanlık kalan yasadışı işleri, komploları ortaya çıkarmak için yapıldığına inananlar ve
* Soruşturmanın AK Parti'ye karşı toplumsal muhalefeti sindirmek için suç ve suçlu icat eden bir komplo olduğuna inananlar.
Zaman geçtikçe bu bölünme de dallanıp budaklanmaya, iki kategoriye sığmayacak şekilde çeşitlenmeye başladı.
Bu görüş çeşitlenmesinde birkaç etken rol oynadı. Şöyle sıralayabiliriz:
* Daha çok hükümete yakın medyada yer alan 'inanılmaz' sıfatlı haberlerin İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı'nın hazırladığı iddianamelerde aynen yer alıyordu.
* Birbiri ardına gelen dalgalar Susurluk döneminden Hrant Dink cinayetine, Danıştay saldırısına dek pek çok yerde adı geçen ve toplumda hayretle karşılanmayan kişilerden, 'Yok artık' dedirten kişilere dalga dalga sıçrıyordu.
* Diğer yandan soruşturma giderek çok daha ciddi isimleri, örneğin emekli orgeneralleri, ordu içinde hücre yapılanmalarını hedef almaya başlıyor, bunlara ilişkin gözaltılar, askeri savcıların gözetiminde,
askeri lojmanlardan yapılıyordu.
* Ortaya çıkan işaretler 2002-2007 döneminde ordu içinde ve çevresinde hükümeti seçim dışı yollardan devirip devirmemeye ilişkin müthiş bir tartışmanın yaşandığını ve meşruiyetçi kanadın kazanıp, darbe yanlısı ekibi tasfiye ettiğini gösteriyordu.
* Belki en önemlisi, özellikle 2004-2007 döneminde ülkeyi geren siyasi nitelikli cinayetler ve uç siyasi kampanyalar bıçakla kesilir gibi sona ermişti. Adeta 1996'da Susurluk'taki trafik kazası sonrası bütün yeraltı faaliyetlerinin bir süre tatile girmesi gibi bir durum yaşanıyordu.
Bu gelişmeler toplumdaki Ergenekon bölünmesinin baştaki ikili koldan ayrılmasına ve şöyle çeşitlenmesine yol açtı:
* Birinci gruba savcılığın iddianamesi ve icraatına gerçeğin ta kendisi gözüyle bakmayı sürdürenler giriyordu. Bu bakışa göre (Sosyolog Sencer Ayata'nın zihin açıcı tanımıyla) Başbakan Tayyip Erdoğan ve AK Parti iktidarı, Cumhuriyet'ten bu yana geçmişinden ve halkından yabancılaşmış devleti o eski barışıklığına döndürme misyonunu temsil ediyordu. Asker, büyük sermaye ve dinsel köklerinden kopmuş bir kozmopolit seçkinler grubu da bu misyona karşı gerek yasal, gerekse yasadışı zeminde muhalefet örgütlüyordu.
Ergenekon daha önce de halkla barışmak isteyen hükümetleri devirmiş o örgütlenmenin adıydı.
* İkinci gruba, ortada Ergenekon diye bir örgütlenme olsun olmasın bir darbe girişiminin bulunduğuna, bu girişimin eyleme dökülmeye başladığına ve bu girişimin sorumlularının yargı önüne çıkarılıp suçluların cezalandırılmasına inananlar giriyor. Bu grup, savcılığın, polis içinde bir grubun da yönlendirmesiyle yanlış ve hukuk devleti, insan
hakları standartlarına aykırı uygulamalarına karşı çıkıyordu, ama soruşturmanın özündeki darbe girişiminin açığa çıkarılmasını destekliyordu.
* Üçüncü gruba, Ergenekon soruşturmasının muhalefeti bastırmak için bir komplo olduğuna inanmayı sürdürenlerin girdiğini söyleyebiliriz. Bu görüştekiler arasında iktidarın gerekirse darbeyle de düşürülmesinde sakınca görmeyenlerden, 'Bunu düşünenler olmuşsa da darbe olmamış, suç oluşmamış' diyen, bunu ifade özgürlüğü içinde sayanlardan, bunu da yanlış bulsa dahi iktidara sessiz kalmamak gereği diye görüp sahip çıkma ihtiyacı duyanlara dek geniş bir iç çeşitlilik olduğunu görmek gerekiyor.
Aslında her üç grubu da birkaç alt gruptan oluşmuş görmek mümkün.
Türkan Saylan ve Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği'nin, fakir kız çocuklarını okula gönderme kampanyalarıyla birlikte Ergenekon soruşturmasına dâhil edilmesi artık zincirin koptuğu noktadır.
'Ne Şeriat, Ne Darbe' dediği için başta onun itibarından yararlanmak isteyen darbe heveslileri tarafından dışlanan Saylan ve saygıdeğer sivil toplum çabasını bir darbe ve derin devlet komplosunun parçası olarak görmek ve göstermek gerçekten iddialı bir iştir.
Kanıtlanamazsa, öne süreni altında bırakacak kadar büyük bir iddiadır.
Saylan olayı, Ergenekon soruşturması ile paramparça olmuş Türk kamuoyunun geniş bir kesimini ilginç bir şekilde birleştirdi. Ertuğrul Özkök'ten Fehmi Koru'ya, Akif Beki'den Murat Belge'ye dek pek çoğumuz Saylan ve kızları okullandırma çabasına böyle bir dahle 'Yok artık' deme zemininde paylaşmaya başladık.
Geriye, 'Ama annesi Hıristiyanmış' diyen, 'Ama dernekteki şu kişi filan emekli generalin ahbabıymış' diyen, 'Ama misyonerlik yapıyorlarmış' diyen bir grup kaldı. O grup, tıpkı darbe girişimini yok sayıp önemsiz göstermeye çalışan diğer grup gibi giderek azalmaktadır. Sonsuzmuş gibi göstermeye çalıştıkları güçlerinin de kamu vicdanında bir sınırı olduğu görülmüştür.
Saylan olayının davayı sulandırarak gerçek suçluların kahraman payesiyle bu işten sıyrılmasına yol açma ihtimali bir yana, bu grubun Savcılık soruşturmasına paralel olarak bir siyasi-toplumsal gündemi mi dayatma peşinde olduğu sorgulanmaya başlamıştır.
Türk toplumunun çoğulcu dokusu, anlaşılan bu grup tarafından kavranamamış, kendilerini köşeye sıkıştırmaya başlamıştır.

Radikal