Tek ayağı üzerine bin lafın belini büken siyaset suspus olunca, “olağanüstü hal” başlar. Olağanüstü halin de bin çeşidi var. Yaşadığımız bu 'kaotik' günler hep bunun işareti. Aynı filmi kesip yapıştırıp seyrettiriyorlar bize. Neresinde yaşıyoruz zamanın belli değil. Gelin başımızı dövelim ey erenler; bu ülkede zaman hep başa sarıyor. Cehenneme direk olası hangi rezil, zamanın ayarlarıyla oynuyor? Mesut Yılmaz bile ortamı müsait gördü ki, geri döndü. Taraftarlarının, “Efsane geri döndü” tezahüratları mı cesaret veriyor ona, bilemiyorum ama, merkez sağı toplayacağını söyleyebiliyor. (Arkadaş, sen kendini topladıysan yeter; bırak, merkez dağınık kalsın.) İlk icraatı da, güzelim Isparta'nın acemi gülü Erkan Mumcu'nun dengesini bozarak sahnenin dışına itmek oldu. Ya Ağar'a ne demeli? Dağdan “terörist” indirip düz ovada siyaset yaptıracaktı. Şimdi, o da, “AKP'yle asla!” moduna girdi. Demek ki; DP lideri, CHP'yle ortaklık kurabilir ama, AK Parti'yle asla. Husumet ve öfke siyasetin heybesinde sürgit taşınmaz; lakin, insan lideri olduğu partinin ismine bakar da biraz utanır. Bu siyaset tarzı, 27 Mayıs'ta idam edilen Menderes'in partisiyle aynı adı taşıyan bir partinin liderine yakışıyor mu? Elbette koalisyon konusundaki irade beyanına saygı duyarız. Mesele o değil. Ona bakarsan, Meclis'e girsin de, iş, kiminle ortaklık kuracağına kalsın. Ağar'ın, cumhurbaşkanlığı seçimini, “Siyasi çoğunluk devlet iktidarını ele geçirmek istiyor” şeklinde değerlendiren zihniyetten meşruiyet aramaya ihtiyacı mı var? Daha dün, doğruları söylemek konusunda, “Yediğim pekmez, gittiğim Antep…” diyerek, kimseden çekinmeyeceğini haykırmamış mıydı? Bu netameli günlerde, o tuhaf açıklamaya niçin gerek duyuyor? Bu size bir şeyi hatırlatmıyor mu? Hani, 28 Şubat döneminde Refah Partisi için bütün partiler (hakkını yemeyelim, Muhsin Yazıcıoğlu ve partisi hariç) aynı muhabbeti dillendirmişlerdi. Yukarıda yazdığım, “Bu ülkede zaman hep başa sarıyor” ifadesini, öylesine okuyup geçmiştiniz, değil mi? Geldiniz mi şimdi 28 Şubat'a! Siz isterseniz burada kalın, ben müsaadenizle lise yıllarıma zıplamak istiyorum. Ferdi Tayfur'un, “Susadım çeşmeye varmaz olaydım” diyerek ağladığı, Orhan abi'nin bariton sesiyle, “Bir teselli ver” dediği yıllardı. Orhancılarla Ferdicilerin kıyasıya kavga ettiği sinema sokağında, benden iki sınıf yukarda okuyan Eşref abiyle gece yarısı 'yazıya çıkmıştık'. “DGM'ler bizi susturamaz” yazıyorduk duvarlara. Yazı yazarken kaçamak bakışlarla hemen karşımızdaki apartmanın üçüncü katını dikizleyen Eşref'e birdenbire sormuştum: “DGM ne demek abi?” Hiç düşünmeden, “Sittir et” dedi, “Sen yazmana bak.” Bizim Eşref ağaca çıksa pabucu yerde kalmaz cinsinden bir cingözdü ama penceresine baktığı dairede sevdiği kızın oturduğunu bilmediğimi sanıyordu. Nazlı Ilıcak'ın, Uğur Mumcu'yla siyah beyaz TRT ekranlarında nerdeyse her hafta tartıştığı, Devlet Güvenlik Mahkemeleri'nin (DGM) yeni kurulduğu yıllardı. Kurtarılmış mahallelerden, sokaklardan geçerek evin yolunu tutmuştuk. Yolda, “Sen bu kıza fena aşıksın abi!..” demiştim. Yüzü kızarmış, susmuştu. Uzun süre hiç konuşmadan yürümüştük. Ayrılırken, “Biz davamıza aşığız oğlum!” demişti. Demirel'in, “Petrol va'dı da biz mi içtik?” dediği, her Allah'ın günü birkaç kişinin öldürüldüğü günlerdi. Okul dönüşü, mahallemize bir sessiz çığlık gibi düşen, “Eşref vuruldu!” haberiyle donup kalmıştım. Üçüncü kattaki o esmer Turhallı kızın, Eşref'in öldüğünden haberi bile yoktu. Eşref onun dünyasında zaten hiç yaşamamıştı. Düdük çalmış, 12 Eylül gelmiş, bütün platonik aşklar bitmişti. “Ya Rabbim sen büyüksün!” şarkıları susmuş, “Kız hepsi senin mi” hoppalığı başlamıştı. Demokrasi tutkumuz da platonik, “dağları verem eden” aşklarımız da. Olmadık yerde bizi yüzüstü bırakan aşkların peşine ölesiye düşen, on yılda bir kafasına balyozlar indirilen platonik aşıklarız biz. Ben böyle aşkın ta ıztırap kemiğini…