Haluk Şahin, önce şu görüşleri ileri sürdü: Türkiye'de liberaller, "neo-İslamcı" AKP'nin gerçekte "reaksiyoner ve arkaik" hedeflerinin "demokrasi, özgürlük, insan hakları" gibi kavramlarla ifade edilmesine yardımcı oldular.
Laiklik konusunda duyarlı kesimlerle "ideolojik mücadeleye girerek onları hırpaladılar" ve AKP'nin yolunu açtılar. Böylelikle olduğundan çok farklı bir şekilde tanınmasını sağladıkları AKP'ye iç ve dış kamuoyunda "meşruiyet ve çağdaşlık" kazandırdılar (Radikal, 22-23 Eylül 2007). Sonra, kendisiyle bu tezlerden hareketle yapılan uzun bir söyleşide, Türkiye'nin fikri ve siyasi iklimi üzerine analizlerini geliştirdi ve bunları "Liberaller, Ulusalcılar, İslamcılar ve Ötekiler" başlıklı, okunmaya ve üzerinde düşünülmeye değer bir kitapta topladı (İstanbul: Say Yayınları, 2008).

Gerek bu kitabın, gerekse son günlerin "Liberal-AKP ittifakı ve bozulması" temalı tartışmalarının bana düşündürdüklerini şöyle sıralayabilirim: 1960-80 arası dönemde, otoriter ya da totaliter nitelikte sosyalist, milliyetçi, İslamcı, vs. akımlar içinde yer alan kimi aydınlar, Türkiye'de ve dünyada yaşananlardan dersler çıkarıp şu sonuçlara vardılar: Türkiye, bürokratik vesayet altında, liberal olmayan türden bir demokrasidir. Devlet-din ayrılığı yoktur; laiklik, laik yasalarla sınırlıdır. Başta ifade ve örgütlenme özgürlüğü olmak üzere siyasi özgürlükler kısıtlıdır. Devletin, "Kemalizm" olarak anılan resmi ideolojisi, ülkenin tarihsel gerçeklerinin ve kültürel farklılıklarının üzerini örtmektedir. Devlet ağırlıklı ve rekabete kapalı ekonomi politikaları, ülkenin zenginleşmesini engellemektedir. Özgürlükçü ve çoğulcu bir demokrasi kurulmadan, rekabete dayalı bir piyasa ekonomisine geçilmeden Türkiye'nin farklılıklarıyla baş etmesi, zengin ve adil bir toplum olması mümkün değildir.

1990'lardan itibaren kısaca özetlediğim bu liberal-eleştirel söylemi şu veya bu ölçüde benimseyen aydınlar ("Liberaller"), özgürleşme ve demokratikleşmeye güçlü bir dış destek olarak gördükleri AB'ye katılım sürecini hararetle savundular. Yaşanmış ve yaşanmakta olan acı olayların muhasebesinden çıkan söz konusu söylem, Türkiye'deki hemen bütün siyasi akımları şu veya bu ölçüde etkiledi. Türkiye'nin kendine özgü İslamcı akımı olan Milli Görüş Hareketi de buna bir istisna değildi. RP'den FP'ye geçiş, sonra AKP'ye dönüşüme yol açan çeşitli etkenler arasında liberal-eleştirel söylemin etkisinin de büyük bir rolü oldu. Öyle ki AKP, kültürel açıdan "muhafazakâr" vasıfları ağır basmakla birlikte, gerek siyasi gerekse ekonomik açıdan (en azından Türkiye'nin bugüne kadar görmediği ölçüde) liberal, özgürlükçü bir programa ve uygulamaya imza attı. Türkiye'de İslamcı akımın geçirdiği evrimi görmemek, AKP'yi "gizli gündemli İslamcı" ilan etmek için ya kör olmak ya da (CHP gibi) bundan rant ummak gerekir.

"Liberaller" AKP'nin AB reformları bağlamında özgürleşme, demokratikleşme ve zenginleşme yolunda attığı bütün adımları (yetersizliklerini ve çelişkilerini eleştirmekle beraber) desteklediler. 2005'ten itibaren AB'den gelmeye başlayan olumsuz sinyallerle birlikte toplumda azalma eğilimine giren AB desteğine paralel olarak yükselen bürokratik, ulusalcı, milliyetçi, İslamcı muhalefet, kuşku yok ki AKP'nin reformcu iradesini zayıflattı; kurulu düzenle uzlaşma eğilimini güçlendirdi. AKP, reformlar ve dolayısıyla AB gündeminden uzaklaştığı ölçüde kimi "liberaller"in eleştirel söylemine hedef oluyor. AB'nin Türkiye üzerindeki "yumuşak gücü"nü büyük ölçüde yitirmesinden, siyasi muhalefetin inandırıcılığını giderek kaybetmesinden sonra, AKP'yi reformlara teşvik edebilecek (ne yazık ki) yegane güç, bu "liberaller".

Ama, tabii ki, "liberaller"in aralarında (AKP dahil çeşitli konulara) çok farklı bakış açıları olabiliyor. Öylesine ki, "liberallerin" kimileri (nasılsa) liberalliği laikçilikle, tektipçilikle, tekkültürcülükle, kısaca Kemalizm'le özdeşleştirip, kendilerini sadece "demokrat" ilan edebiliyor.

 
Kaynak: Zaman