Bulunduğumuz coğrafyanın yüzyıllardır değişmeyen kaderi; dışarıdan gelen istilacılar tarafından yakılıp yıkılması, tüm dengelerinin altüst edilmesi ve sınırların yeniden çizilmesidir.Onların gitmesini takiben bize kalan ise bozulan dengeleri düzeltmek, bırakılan suni denklemlerin olumsuz etkilerini ortadan kaldırmak, bölgedeki toplumlar arasına ekilen düşmanlık tohumlarını etkisiz hale getirmek ve yeniden barışın tesisi için çabalamak olmuştur. Nitekim bu tarihsel gerçeğin son örneği 2003 yılında başlayan ABD'nin Irak müdahalesi ve akabinde Irak merkezli patlak veren krizlerin boyut değiştirmesi ile birlikte ortaya çıkmıştır. Söz konusu durum bölge halklarının ve iktidarlarının daha büyük çıkmazlara sürüklenmesini ve çözümsüzlüğün ortasında bu sorunlarla baş başa bırakılmasını beraberinde getirmiştir. Geçtiğimiz günler itibarıyla Riyad'da Suudi Arabistan Kralı Abdullah ile İran Devlet Başkanı Mahmud Ahmedinejad arasında gerçekleşen zirve toplantısı yukarıda çizilen panorama'nın bir parçası olup, çaresiz bırakılan toplumların inisiyatifi ele alma çabalarının bir uzantısıdır. Uzun yıllardan beri böyle bir görüşme yapmayan daha doğrusu yapma ihtiyacı duymayan bu iki bölgesel gücün gerçekleştirmiş oldukları bu zirve sadece ikili ilişkileri ilgilendiren bir görüşme olmaktan ziyade, bölgede yaşanan kaos ortamının ve geleceğe dönük olarak risk yaratan unsurların değerlendirildiği bir toplantı olma özelliğini taşımıştır. Söz konusu toplantının bir başka özelliği ise her iki ülkenin müzakere konusu yaptığı dosyaların yalnızca İran ve Suudi Arabistan'ı değil; son aylarda ortaya çıkan cepheleşme sonucunda dolaylı olarak temsil ettikleri ülke ve yönetimlerin görüşlerini de kapsamasıdır. Bilindiği gibi geçtiğimiz ay İslamabad şehrinde önde gelen yedi İslam ülkesi (Suudi Arabistan, Mısır, Türkiye, Ürdün, Pakistan, Malezya ve Endonezya) bir araya gelmiş ve sonrasında bu gelişmeyle bağlantılı olarak şubat sonunda Riyad'da Dışişleri Bakanı'mız Abdullah Gül'ün de misafir olarak bulunması ile birlikte bir Arap Birliği toplantısı gerçekleşmiş ve bu görüşmeler sonucunda katılımcı ülkeler bölgenin birçok sorunu ile ilgili olarak ortak hareket etme kararı almışlardır. Bölgenin bir diğer yerinde ise İran ve Suriye merkezli olarak, Lübnan'da güçlenen Hizbullah örgütü, Filistin'de iktidarı denetimi altında tutan Hamas ve bu birlikteliğe uzaktan destek veren Yemen ve Libya gibi ülkelerin oluşturdukları ittifak, Suudi Arabistan'ın öncülük ettiği güçlü cephe karşısında direnmekte ve bölgedeki dengeler üzerinde söz sahibi olma hususundaki taleplerini ısrarlı bir biçimde sürdürmektedir. Riyad eksenli oluşum gerek Pakistan zirvesinde gerekse Arap Birliği toplantısında ortaya konulan sonuç bildirgeleriyle birlikte bölgenin geleceği ve kurtuluş reçetesi konusunda görüşünü net bir biçimde ortaya koymuş ve bunu gerçekleştirmek üzere stratejisini kurgulamıştır. Söz konusu ittifakın hem nüfus hem askerî güç hem de ekonomik yönden ciddi bir ağırlığa sahip olduğu herkesçe bilinen bir gerçektir. Bu birliğin karşısında duran en önemli alternatif güç olan İran'ın nükleer yönden iddialı bir ülke konumuna gelme isteği ve bu konuda önemli atılımlar gerçekleştirmekte olduğu gözden kaçırılmamalıdır. Bölge ülkeleri inisiyatif almaya başlıyor Riyad'ın gerek ikili gerekse çok taraflı görüşmelerde ortaya koyduğu düşünce ve talepleri bu ülkenin yeni oluşturduğu stratejisini ve destek bulma arayışlarını açık bir biçimde sergilemiş ve İran'a gerekçeleriyle birlikte aktarmıştır. Şöyleki: İran'a yönelik olarak nükleer çalışmalarına son vermesi, bunu kabul etmemesi durumunda, ABD, İsrail ve Tahran arasında bir savaş yaşanabileceği, böyle bir durumda gerek Suudi Arabistan'ın gerekse önderlik ettiği ittifakta yer alan ülkelerin Tahran'dan yana tavır almayacakları, Riyad yönetimi Washington'un bölgeye yönelik pek çok konudaki tutumundan hoşnutsuzluğunu göstermiş ve ısrarla ABD'den özellikle Irak ve İran'a ilişkin politikalarından vazgeçmesi ve bu yönde liderliğine soyunduğu ittifakın önünü açmasının doğru olacağı, İsrail'in 1967 yılı öncesi sınırlara çekilmesi ve bu kapsamda İsrail ile diplomatik ilişki kurmayan bölge ülkelerinin bu tavrından vazgeçmesi durumunda barışın tesis edilebileceği, Suriye'nin, İran'la olan ittifakını yeni baştan gözden geçirmesi; aksi takdirde bölgenin birçok ülkesi tarafından dışlanabileceği, hususlarını içeren bölgesel planını hayata geçirmek konusundaki kararlığında yeni hamleler yapmaktadır. Gerek ABD gerekse bölge ülkelerinin çoğu İran'ın içeriden bir darbe veya rejim değiştirme hareketi ile şu aşamada bir sonuca ulaşılamayacağının bilincindedir. Aynı şekilde bölgemizin birçok ülkesi İsrail karşısında İran'ın zayıflaması durumunda bir tercih sorunu ile karşı karşıya kalacaktır. İran kendi lehine gibi görünen bu denklemi fazla zorlamamalı, yaşanan gelişmeleri göz önünde bulundurarak bölgeye yönelik süreci yeni bir okuma tarzı ile değerlendirmek ve özellikle mezhepsel denklemler üzerine politika inşa etmekten vazgeçmek zorundadır. İran'ın bölgesel anlamda başını çektiği ittifak her an dağılma riski ile karşı karşıyadır. Nitekim Lübnan krizinde Suudi Arabistan ağırlığını koymuş ve geçici bir uzlaşma sağladığı gibi, Filistin konusunda Mekke Anlaşması'nı ortaya koymuş ve İran'ı zayıflatma konusunda önemli adımlar atmıştır. Riyad'ın birçok hamlesi yalnızca bölgenin pek çok ülkesinden değil aynı zamanda ABD ve Avrupa Birliği ülkelerinden de destek görmektedir. İran'ın cevabı ise içinde bulunduğu ittifakın birlikteliği hususunda güven vermemesi nedeniyle ve bunun yanı sıra olası bir izolasyon politikasına karşı Çin, Rusya ve Kuzey Kore gibi devletlere yönelik olarak destek arayışları geliştirmektedir. Bu gelişmeleri göz önünde bulundurarak Türkiye'nin son aylarda geliştirmiş olduğu mekik diplomasisi ve gerek İslamabad'da gerekse Arap Birliği toplantılarına katılmış ve bu yönde geliştirilen inisiyatifi desteklemekten geri kalmadığı görülmüştür. Bununla birlikte Türkiye İran'a karşı güçlenen güvenlik ittifakı içerisine girmediği gibi, son haftalarda AK Parti hükümetine yönelik gerçekleşen siyasi, askerî ve istihbarat görüşme trafiği de bu politikayı değiştirmemiştir. Ayrıca ülkemiz İran'ın izolasyonu konusunda herhangi bir işbirliğine girmeyeceğini ve bu konuda adım atmasının söz konusu bile olmayacağını bizzat Dışişleri Bakanı'mız aracığıyla açıklamış bulunmaktadır. Türkiye'nın Tahran'a yönelik bu tutumu baskı politikası değil bir uyarı mahiyetinde değerlendirilmelidir. Bu suretle Ankara izlemekte olduğu denge stratejisini korumaya çalışmaktadır. Görüldüğü gibi bölgede sular tekrar ısınmakta, dengeler yeniden şekillenmekte ve çözüm arayışları bölgenin önde gelen devletlerinin birincil görevi haline gelmektedir. Bu coğrafyayı karıştıran güçler büyük bir hünerle bizi karşı karşıya getirebilmiş, kendi çıkarlarını koruma görevini bölge yönetimlerine yüklemiştir. Bu kısırdöngünün kırılması hususunda önde gelen bölge ülkeleri hem Bağdat'ta gerçekleşecek Irak'a komşu devletler toplantısı hem de Riyad'da yapılacak olan Arap Birliği Liderler Zirvesi'nde ciddi bir sınavdan geçeceklerdir. Riyad merkezli oluşum ile Tahran merkezli ittifak arasındaki uzlaşma şart olup, bu taraflardan birinin dışlandığı bir çözüm arayışının hayata geçirilemeyeceği açıktır. KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ ÖĞRETİM ÜYESİ