Türkiye'nin AB perspektifi hakkında "Çıkmayan candan umut kesilmez" diye düşündüğüm için bu konuda olumlu ya da olumsuz etkide bulunabilecek her gelişmeye hâlâ yakından bakmaya çalışıyorum. Almanya'da gelecek pazar yapılacak federal parlamento seçimleri de Türkiye'nin üyelik perspektifini etkileme potansiyeline sahip bir gelişme olarak ilgiyi hak ediyor.
Geride bıraktığımız hafta boyunca Berlin ve yakın komşusu Potsdam'da beş gün geçirip, politikacılar, gazeteciler ve yetkililerle konuşunca anladım ki, bu konuda yazmak için seçimin sonucunu beklemeye hiç de gerek yokmuş...

'Bölünmüş' Almanya...
Biliyorsunuz, Almanya son dört yıldır, ülkedeki en büyük iki kitle partisinin, merkezin sağındaki Hıristiyan Demokrat Birlik (CDU) ile merkezin solundaki Sosyal Demokrat Parti'nin (SPD) oluşturduğu "büyük koalisyon", ya da Almanya'daki siyasi jargonla ifade edecek olursak, "siyah (CDU)-kırmızı (SPD)" koalisyon tarafından yönetildi.
"Türkiye AB'ye üye olmasın" diyen CDU ile "Olsun" diyen SPD'nin koalisyonu, Alman siyasetindeki bölünmeyi iktidara taşıdı ve bu bölünme Angela Merkel'i, Türkiye'ye itirazını, bir "Alman dış politikası" haline getirme imkânından mahrum bıraktı.
SPD'nin şansölye adayı Frank-Walter Steinmeier'in büyük koalisyonun Dışişleri Bakanı olması da CDU'yu dengelemişti...

Ne köstek, ne destek
Almanlar, Türkiye'nin AB perspektifiyle ilgili Merkel hükümeti politikasını, "ne köstek ne de destek olmak" şeklinde özetliyorlar...
Berlin'de Türkiye ile yürütülen müzakereler hakkında Alman tutumundan söz açınca en çok duyduğumuz bir başka ifade ise Latince oldu: "Pacta sum servanda"... Türkçesi, "Ahdimin hizmetkârıyım".
Yalan da değil... Almanya, 3 Ekim 2005'te başlayan müzakereleri engellemek için o tarihten bu yana özel bir çaba sarf etmedi. Ayrıca, müzakerelerin "ucu açık"... Yani tam üyeliği hedeflediği hususunda bir AB liderler zirvesi kaydı yok. Dolayısıyla, bu "ucu açık" müzakerenin sürmesine vefalı davranmak zor değil...
"Ne köstek ne de destek olmak", Merkel'e ne seçmeni nezdinde puan kaybettiriyor, ne de hükümetinin Türkiye ile ilişkilerinde bir bunalıma neden oluyor...
Dahası, Hıristiyan Birlik partileri (CDU ve Bavyeralı küçük kardeşi CSU) tek başına bile iktidar olsalardı, Türkiye'yi küstürecek olumsuz hamleler yapmalarına gerek kalmayacaktı...

Merkel'e gerek yok ki...
İşte bakınız; müzakereler Merkel etkisi olmadan da tıkanma noktasına gelmiş durumda...
Birincisi, AKP iktidarı, müzakere tarihini aldığı günün hemen ertesinde, Türkiye'nin AB üyeliği için duyarmış gibi yaptığı "heyecan ve isteği", artık ihtiyacı kalmadığı için olacak, terk etti ve AB sürecinin dinamizm yitirmesinde kendi rolünü oynadı. AB süreci ikinci büyük darbeyi, Kıbrıs sorununun, vebali AB'ye ait olarak Birlik'in içine taşınması ile yedi. 2006'nın sonunda 8 başlığın Kıbrıs yüzünden askıya alınması ve açılmış olanların da kapatılmamasının karara bağlanması, müzakereleri tıkadı.
Üçüncü olarak bunlara Avrupa'nın kendi krizi eklendi. Avrupa Anayasası'nın reddi, Lizbon Antlaşması'nın İrlanda yüzünden gecikmesi, Avrupa kamuoyunda artan Türkiye karşıtlığı, genişleme korkusu, vesaire vesaire...
Sarkozy de militan bir kararlılıkla Türkiye'nin karşısına dikilip 5 başlığın açılmasını veto edince değme gitsin...
Bugün, Angela Merkel "şahane" bir "siyasi konfor"un tadını çıkarmaktadır...

Konfor diye buna denir
Türkiye'yi engellemek için taş atıp kolunu yormasına gerek yok... Engellemeyi zaten başkaları ve bizzat Türkiye'nin kendisi yapıyor. Türkiye'nin AB süreci iyice durağanlaşmış iken bunda kendisinin doğrudan sorumluluğu olmadığı için de, çok önemli olan Türk-Alman ilişkileri korunuyor.
Almanya'da ister şimdiki "kırmızı-siyah" koalisyon devam etsin, ister "siyah-sarı (liberaller)" koalisyonu kurulsun, Merkel'in konforundan vazgeçmesi için görünürde bir neden yoktur. 
Olumlu değişim "trafik lambası" dedikleri "kırmızı-sarı-yeşil" koalisyonu ile gelebilir; ama bu da ihtimaller içinde en zayıf olanı gibi görünüyor.
Bütün okurların bayramını kutluyorum.

Kaynak: Milliyet