Son yıllarda Çin, Hindistan, Brezilya gibi gelişmekte olan ülkelerden kaynaklanan talep artışı yalnızca petrol, çelik, çimento gibi emtiaların değil tarım ürünlerinin de fiyatlarının fırlamasına yol açtı.
Aynı zamandan biyo-yakıt uygulamalarının ortaya çıkardığı talep de bunun üzerine eklenince krizden hemen önce gıda fiyatları tarihsel ortalamalarının iki-üç katına çıktı. Kriz bu artışa biraz set vurduysa da, fiyatlarda artış beklentisi devam etti. Yüksek kâr beklentisiyle sermaye zengini ülkeler tarım sektörüne yatırım yapmaya başladılar. Bu arada, Arjantin, Hindistan, Ukrayna ve Rusya gibi gıda ihracatçısı ülkeler yüksek fiyatlar karşısında halklarını mağdur etmemek için gıda ihracatına kota koymak gibi korumacı önlemler aldılar. Bu durum karşında yüksek nüfusları ve verimsiz toprakları yüzünden gıda ihtiyaçlarını dışarıdan karşılayan ülkeler uluslararası ticarete güven olmayacağını düşünerek başka yollar aramaya başladılar. Suudi Arabistan'ın yaptığı gibi çölün ortasında teknolojinin bütün nimetlerinden faydalanarak piyasa değerinin çok üzerinde maliyete tahıl üretmek mümkünse de sürdürülebilir olmadı.
Alternatif olarak, bazı zengin ülkeler başka ülkelere yöneldiler. Kimi ülkelerle tarım arazisi satın alma, kimileriyle de uzun vadeli kiralama anlaşmaları yaptılar. Mesela 2006-2009 yılları arasında Çin, Kongo'da 2,8, Zambiya'da 2 milyon hektarlık arazi anlaşması yaptı. Aynı anda, Birleşik Arap Emirlikleri Pakistan ve Sudan'da 700 bin hektar, Suudi Arabistan ve Katar ise Etiyopya, Sudan, Kenya ve Tanzanya'da 500 bin hektarlık anlaşmalar yaptılar. Libya ise Ukrayna ve Mali'de 400 bin hektarlık arazi temin etti. Kore, Madagaskar'ın ekilebilir alanlarının yarısını (1,3 milyon hektar) kiraladı. Önceden de sermayedarlar yabancı ülkelerde araziler satın almıştı ama tarihte hiçbir zaman bu büyüklükte anlaşmalar imzalanmamıştı. Ayrıca önceki girişimler genellikle pamuk, yerfıstığı, muz, çay ve kahve gibi ticari ürünler içindi. Şimdikilerse genellikle ya tahıl (buğday, pirinç) ya da biyo-yakıt (mısır, şeker kamışı, jatropha) gibi zirai ürünler içindir. Dünya genelinde yabancılarca imzalanan veya pazarlığı yapılan anlaşmalara konu toplam arazi miktarı 20 milyon hektarı bulmuştur. Bütün dünyadaki bu tür "yabancı tarlalar" bugün büyüklük olarak Avrupa Birliği'ndeki tarım arazilerinin beşte birine, İtalya topraklarının yarısına, Almanya'nın ekilebilir alanlarının iki katına denk gelmektedir.
ÜÇÜNCÜ KÜRESEL DALGA ÜLKEMİZ İÇİN ÇIKIŞ YOLU OLABİLİR Mİ?
Bazı ekonomistler "yabancı tarlaları" küreselleşmenin üçüncü dalgası olarak görmektedir. Zengin ülkeler 80'lerde sanayilerini, 90'larda ise bilgi teknolojilerini gelişmekte olan ülkelere kaydırdılar. Şimdilerde ise tarım sektörlerini daha ucuz ve verimli yerlere yönlendiriyorlar. İlk dalga Çin'e, ikinci dalga ise Hindistan'a yaradı. Türkiye bu dönemlerde genellikle içe dönük yaşadı. Haliyle, Çin gibi sanayi sermayesini ülkesine çekemedi. Hindistan gibi bilgi teknolojilerine de ev sahibi olamadı. Acaba bu üçüncü küresel dalgayla gelecek tarım yatırımları ülkemiz, özellikle de Güneydoğu'muz için bir çıkış yolu olabilir mi? Eğer bu toprak anlaşmaları adil ve şeffaf bir şekilde yapılırsa, sermayedarlara da ev sahiplerine de büyük faydalar vaat etmektedir. Sermaye sahibi ülkeler ya kâr ya da gıda güvenliği için bu "maceraya" girmektedirler. Ev sahibi ülkelerse kullanılmayan kaynakları üretime açmak, yatırım sermayesini özendirmek, yeni teknolojilere erişmek, verimliliği artırmak ve işsizliğe çözüm bulmak için kapılarını açmaktadırlar. Yeni sermaye yatırımlarıyla, kaliteli tohumlara, yeni pazarlara, vasıflı işlere, kolay krediye, okul, hastane ve yol gibi elzem altyapı kalemlerine erişebilmeyi ummaktadırlar. Bu anlaşmalar tarım ürünlerinin arzında ciddi bir artış meydana getirirse, uluslararası değilse de, yerel fiyatlarda bir düşüşe yol açabilir. Bilhassa Afrika hükümetlerinin bu anlaşmalarla yaptıkları yolsuzluklar, kira-satış gelirlerinin birkaç devlet adamının cebine gitmesi, sermayedarların, böyle bir anlaşmayı imzalamaya gönüllü olmayan Madagaskar hükümetinin devrilmesinde rol oynaması gibi örnekler akıllara bazı soru işaretleri getirmektedir.
Uluslararası Gıda Politikaları Araştırma Enstitüsü'ne (IFPRI) göre, Türkiye ile Bahreyn arasında Nisan 2009'da 500 milyon dolarlık bir zirai yatırım anlaşması imzalanmıştır. Bu projenin ilave yatırımlarla 3 ila 6 milyar doları bulması beklenmektedir. Aynı şekilde Zaman'da şubat ortasında çıkan "Katar, sebze ve meyvesini GAP'ta yetiştirecek" adlı habere göre, Başbakan Erdoğan'ın en son Katar'a düzenlediği gezide iki ülke firmaları arasında 500 milyon dolarlık gıda, tarım ve hayvancılık anlaşması imzalanmıştır. Şubat sonunda yine bu sayfalarda çıkan başka bir habere göre, "Anadolu Holding, Brezilyalı meyve devi Cutrale ile ortaklaşa, GAP'ta Coca Cola'ya şeftali ve kiraz yetiştirecek. 500 milyon dolar harcayarak, 100 bin dönüm araziye 10 milyon ağaç dikecek olan ortak şirket, takriben 10 bin kişiyi istihdam edecek". Anlaşılan, Türkiye bu yeni küresel pastadan pay almak için bu kez erken harekete geçmiştir. Türkiye, tüm iç sorunlarına rağmen, ekonomik ve siyasi istikrar bakımından Afrika ülkelerinden çok daha iyi bir durumdadır. Ayrıca GAP projesi kapsamında Güneydoğu'ya yıllardır ciddi oranda altyapı yatırımları yapılmıştır. Bu dış yatırımcılar için önemli bir husustur. Zira Sudan'a yatırım yapan ülkelerin en büyük sorunu ulaşımdır. Hakeza, Katar, Kenya'daki tarım yatırımları karşılığında bu ülkeye deniz limanları inşa etmektedir. Genç nüfus ve işsiz oranı yüksek Türkiye'nin %35'i hâlâ kırsal kesimlerde yaşadığı için bu alanda istihdam hayatidir. Ayrıca bu tür yatırımlara meyilli Arap ülkeleriyle tarihî ve kültürel bağlarımız ve coğrafi yakınlığımız bizi rakiplere göre bir adım öne çıkarmaktadır.
Anlaşılan, kalıcı sermaye yatırımları için, tarım sektörü cazip hale gelmektedir. Bu bir fırsattır; lakin "talih ancak hazırlıklı olanlara güler". Bu üçüncü küresel dalgayı yakalamaya çalışırken, alt ve üst yapı olarak hazır olmamız gerekmektedir (ki bu yüksek dalgaların altında kalmayalım). Bu anlaşmalar ancak "kazan/kazan" şeklinde geliştirilebilirse, hüsnü kabul görür. Birleşmiş Milletler ve Dünya Bankası bu anlaşmaları fakir ülkelere sermaye akışını teşvik için ilk başta "hararetle" desteklemiştir. Ancak bu kurumlar son zamanlarda ihtiyatlı davranmaktadır. Hatta, BM'nin en üst düzey ziraat diplomatı Jacques Diouf bu akımın -eğer iyi yönetilmezse- "yeni-sömürgeciliğe" dönüşmesinden korkmaktadır.Tavsiye edilen, arazilerin mülkiyet devri yerine, ortaklık, kiralama ve sözleşmeli üretimdir. Halbuki, yapılan çoğu anlaşma konusunda kamuoyu bilgisizdir. Ayrıca, kontratlar söz konusu ülkelerde kıtlık ve açlık olduğunda, gıda ürünlerinin ihracatını önleyecek maddelerden yoksun olabilmektedir. Etiyopya 4,6 milyon, Sudan 5,6 milyon açlık sınırındaki vatandaşı için uluslararası gıda yardımı alırken, milyonlarca hektar toprağını zengin ülkelere kiralamaktadır. Vaat edilen sözler yerine getirilmediğinde, bu ülkelerin güçlü sermayedarlar üzerinde yaptırımları sınırlıdır. Bu tür anlaşmalarda zayıfın haklarını koruyacak uluslararası standartlar henüz mevcut değildir. Birçok fakir ülke, dengeli bir kontrat düzenleyebilmek için hukuki altyapı ve derinlikten uzaktır. Bu yüzden, Birleşmiş Milletler ve Dünya Bankası zayıf ülkeleri koruyacak bir standart anlaşma üzerinde çalışmaktadır. Ancak bazı otoritelere göre, bu düzenlemeler bağlayıcı olmayacağı gibi, hazırlanması da en az bir iki seneyi alacaktır.
TÜRKİYE'NİN KALICI SERMAYEYE İHTİYACI VAR!
Türkiye, "kara" kıtadan daha gelişmiş ve sofistike bir ülkedir. Haklarını koruyacak güce ve üstünlüğe sahiptir. Ancak Türkiye'nin Afrika ve Asya ülkeleri gibi bu tür anlaşmalar için hedef haline gelmesinin birtakım çağrışımları vardır. Bir kere bu zirai anlaşmalarda özel sermaye şirketleri çok aktiftir. Bu tür yatırımcılar, iyi işletilmediğini düşündükleri şirketleri satın alırlar, hemen eski yönetimi tasfiye ederler ve kendi profesyonel yöneticilerini yerleştirirler. Bu girişimlerin başarısı, potansiyeli olan, ama verimsiz çalıştırılan işletmeleri adam etmek ve piyasa değerlerini artırmaktır. Anlaşılan, uluslararası yatırımcılar bizim zirai işletmelerimizde ciddi bir verimsizlik görmektedir. Zirai işletmelerimizin çok küçük ve ölçek ekonomisinden yoksun olmaları büyük bir handikaptır. Bölüne bölüne arazilerimiz saksı haline gelmiştir. Sermayesizlik yüzünden, tarlalarımız ve zirai işletmelerimiz "kara düzeni" aşıp profesyonelleşememiştir. Batı'da bir kasaba büyüklüğündeki arazileri şirketler ekip biçmektedir. Bu dev çiftliklerde, mühendisler, meteoroloji uzmanları, çevreciler, ekonomistler, pazarlamacılar, araştırmacılar, danışmanlar ve profesyonel yöneticiler çalışmaktadır. Bizim çiftçilerimizin durumu, bir bakkalın Carrefour'la rekabet etmesine benzemektedir.
Büyüklerle baş etmenin bir yolu tarlaların toplulaştırılmasıdır. Çorum'un Mecitözü ilçesine bağlı Fakıahmet köyünde böyle bir model denemesi vardır. Hem de içten yanmalı. Vizyoner birkaç girişimci köylerini profesyonel bir işletmeye dönüştürmeye çalışmaktadır. Bu sistemde, köylüler, tarlalarını sermaye olarak yatıracak, "köy şirketine" ortak olacaklar. Sahibi oldukları şirkette işçi olarak çalışırken, hem maaş hem de kâr payı alabilecekler. Sağlık sigortaları ve sosyal güvenceleri olacak. Profesyonel bir yönetimle tarımı modern teçhizatla yapabilecek, araştırma/geliştirmeye yatırım yapabilecek, ek sermaye ve krediye erişebilecek, alımlarda ve satımlarda pazarlık gücü elde edebilecek ve verimliliklerini artırabilecekler. Zaten köylerimizi bu tür profesyonel "zirai şirketlere" dönüştüremezsek, topraklarımızı ya yerli ya da yabancı iri girişimcilere bırakmak zorunda kalacağız. Çiftçilerimizin büyük oyuncularla etkin rekabet edebilmeleri ya da onlarla güçlü pazarlık yapabilmeleri için, Fakıahmet modelini özendirmemiz ve desteklememiz şart [yoksa, yabancı sermaye ile pazarlıklarda "memurların" umuduna kalacağız]. Birleşmiş Milletler'in bir diğer çekincesi ev sahibi ülkelerin kamu malları diye özel mülkleri yabancılara satması veya kiralamasıdır. Hazine arazisi adı verilen topraklar birçok ülkede birkaç nesildir köylüler tarafından işletilmektedir. Bu topraklardan genelde kadastro geçmediğinden, köylülerin resmi bir tapusu yoktur ve bu araziler kâğıt üzerinde boş gözükmektedir.
Sonuç olarak, kalıcı, emektar, helal sermaye yerli olsun yabancı olsun saygındır. Oynak, güvenilmez, spekülatif sermaye ise sıkıntıdır. Küresel kriz 170 trilyon dolarlık finans sektörünün fahiş kârlar peşinde, 50 trilyon dolarlık üretim sektörü üzerindeki spekülasyonlarından doğmuştur. Son zamanlarda, özel sermaye fonlarının tarım arazilerine yöneldiği görülmektedir. 2009 başında, bu fonlar zirai yatırımlar için dünya çapında 2,5 milyar dolar para toplamıştır. Acaba, gidecek yer bulamayan spekülatif sermaye, şimdi de fakirin ekmeğine mi göz dikti? Türkiye'nin kumar oynamaya değil de, gerçekten iş yapmaya gelen dost ve kalıcı sermayeye ihtiyacı var. Yapılan anlaşmaları bu çerçevede değerlendirmek gerekir. Yabancı tarlalarda ekin ekmeye evet, ama ekmekle oynamaya hayır. Zira, ekmek demire kâğıda benzemez, çarpar sonra...
İHSAN IŞIK Rowan Üniversitesi / SERDAR ÖZKAN - PennsylvanIa Üniversitesi
Kaynak: Zaman