İzlanda'nın Eyjafjallajokull volkanında 14 Nisan'da başlayan patlama ile oluşan kül bulutlarının Avrupa hava trafiğini beş gün boyunca felce uğratması beraberinde bir sürü tartışmayı getirdi.
Bir yanda hava trafiği regülatörleri ve hava sahasını kontrol eden ulus-devletler ve Avrupa Birliği, diğer yanda ise Uluslararası Havayolu Taşımacılığı Birliği (IATA) var. Tabii bunun yanında bir de gittikleri mahalde mahsur kalan yüz binlerce insanın televizyon ekranlarına yansıyan mağduriyetleri. Onlardan birisi de bendim. 17 Nisan'da dönmem gereken Brüksel'den ancak 20 Nisan gecesi dönebildim. Burada kendi şahsi hikâyemi uzun uzun anlatacak değilim. Kül bulutu vakıasında küllerin altında kalan bence ulus-devletler ve Avrupa Birliği oldu. Bunu açıklamak için isterseniz önce şahsi hikâyemi özetleyeyim. AB'nin 7. Çerçeve Programı dahilindeki bir başlık altında oluşturulan hakem kurulunun üyesi olarak 12-15 Nisan tarihlerindeki toplantısı için Brüksel'e gittim. Kurul çalışmamız bittiğinde neredeyse bütün Avrupa hava sahası kapanmıştı. 17 Nisan dönüşlü biletim 19 Nisan'a ertelendi ve ben oteldeki odamda haber bültenleriyle baş başa kaldım. Gerek televizyonlardan gerekse internetten bütün hafta sonu boyunca edindiğim izlenim hava sahasının kolay kolay açılmayacağı yönündeydi. Meteorolojik veriler kül bulutlarını dağıtacak rüzgâr belirtisi göstermediği gibi, İzlanda'daki volkan da kül püskürtmeye devam ediyordu. Dahası her felakette olduğu gibi bu felakette de, bu sefer adına "volkanist" (volkan bilimci mi deseydi?) denilen uzmanlar televizyonda bilgi vermeye başlamışlardı. Kimisi bunun günler, kimisi haftalar, kimisi aylar sürebileceğini söylerken, kimisi de 1783'teki Laki volkanının püskürmesinin yaklaşık 2 yıl sürdüğünü ve Avrupa'ya mini bir buzul çağı yaşatarak kıtlığa, açlığa ve ölümlere yol açtığını hatırlatıyordu. Başka bazısı da Eyjafjallajokull volkanı patlayınca genelde onun yanındaki volkanların da tetiklendiğinden bahsediyordu. Bütün bunları otel odanızda asgari bir konfor içinde izleseniz de endişeleniyorsunuz. Günlerce otelde kalamayacağınıza ve Ankara'da sizi bekleyen bir vazifeniz de olunca hemen alternatif dönüş yolları arıyorsunuz. Her ne kadar Şengen vizem yoksa da yeşil pasaport sahibi olarak vize sorunu yaşamayacağım düşüncesiyle ben de öyle yaptım ve ilk tercih olarak treni düşündüm, lakin trenler birkaç hafta için full dolmuştu. İkinci tercihim otobüs oldu. Brüksel-İstanbul arasında tarifeli bir otobüs seferi yok. Eurolines firmasının Brüksel-Sofya arasında günlük seferleri var. Sofya'ya varırsam oradan İstanbul'a gitmek kolay dedim. Firmanın web sitesini kontrol edince 19 Nisan seferinde yer olduğunu sonra ise ancak 23 Nisan'da yer olduğunu gördüm. Online rezervasyon sistemi çöken Eurolines'ın hemen yakındaki bürosuna gidip 19 Nisan için bilet alayım dedim. Yolda birden Bulgaristan'ın yeşil pasaport için de geçmişte vize istediğini hatırladım ve internetten durumu kontrol edince hâlâ vize istendiğini gördüm. Yani otobüse binip Bulgaristan sınırında kalmak vardı. Bilet almaktan vazgeçip pazartesi sabahı Brüksel konsolosluğumuza gittim ve benim gibi mahsur kalmış olanlarla beraber muhasebe yaptık. Konsolosumuz bize gereken yardımı yaptı ve Bulgaristan konsolosluğundan ivedi vize alımı için girişimlerde bulundu. Ama sonuç alamadık çünkü Bulgar ulus-devleti bütün katılığıyla üç günden önce ve kesin bir seyahat planı olmadan ve ayrıca 120 Euro ödemeden vize yok dedi. Bu arada Dışişleri Bakanlığı'mızın transit vizelerin sınırda ve harçsız alınması yönündeki girişimini duyduk. Lakin kimse Bulgaristan sınır görevlilerine güvenmiyordu. Buna 20 Nisan Salı günkü Zaman ve diğer bazı gazetelerde Macaristan, Sırbistan ve Bulgaristan sınırlarında karayoluyla dönmeye çalışan vatandaşlarımızın "kül çilesi değil vize çilesi" yaşadıkları haberleri eklenince karayolu tercihinin öyle hemen gerçekleşebilecek bir alternatif olmadığı anlaşıldı. Aradaki detayları anlatmama gerek yok. Yeni veriler mi eklendi, yoksa havayolu taşımacılarının baskıları mı galebe çaldı ne olduysa salı günü öğleden sonra Brüksel Havalimanı sınırlı sayıdaki uçuşa açıldı ve akşam gelen THY uçağı bizi İstanbul'a salimen ulaştırdı. Üç saatlik yolculuğun uçaktaki bizler ve yakınları için ne kadar endişeli olduğunu belirtmeme gerek yok. Burada değinmem gereken son detay İstanbul'daki pasaport kuyruğunda 20 dakikaya yakın beklememiz. Evet Atatürk Havalimanı'nın Dış Hatlar terminaline volkan felaketi dolayısıyla çok az sayıda uçak inmesine rağmen Türk vatandaşları olarak bir de pasaport kuyruğunda bekledik. Çünkü sadece 3 tane kontrol noktası çalışıyordu, kuyruğu gören görevliler bir 3 tane daha kontrol noktası açmayı akıl edemiyorlardı!
Bu özetten sonra başlıktaki ifademe geri dönersem, evet ulus-devlet sistemi ve AB bu volkanın külleri altında kaldı. Çoğu insan kül çilesinin yanına bir de vize çilesi yani ulus-devlet çilesi yaşadı. Ulus-devletlerin oluşturduğu "ülkesel" sınırların ve bunun neticesinde gelen vize şartının ne kadar gayr-i insani olduğu bir kez daha ortaya çıktı. Dahası bu sınırlar her ne kadar "ülkesel" yani coğrafik ise de, doğa açısından hiçbir anlam ifade etmiyor. İzlanda denilen ve aynı zamanda bir ulus-devlet olan adadan çıkan kül bulutları onun sınırları dahilinde kalmadığı gibi başka hiçbir ülkesel sınırı da tanımadı. Zaten herhangi bir ülkesel sınırı gözle ziyaret eden herkes bunun ne kadar yapay ve hem coğrafi hem de beşeri dağılıma ters olduğunu, büyük ölçüde siyasi faktörlerle çizildiğini görecektir. Eğer ulus-devlet sisteminin getirdiği vize rejimi olmasaydı bir sürü Türk vatandaşının çilesi katlanmayacaktı.
Şimdi doğada değişik felaketler ya da vakıalar olur ve bunun insanlar üzerinde birtakım olumlu olumsuz tesirleri meydana gelir. Buna karşı da insanoğlu tarihi tecrübesine ve şartların elverişliliğine göre tedbirler alır. Bizim örnek olayımızda ulus-devletlerin tedbirleri mağduriyetin artmasına neden oldu. Bu durumda yapılacak iş bir an önce bu yapay sınırların ve onların getirdiği gayr-i insani tedbirlerin kaldırılması. Bunun ütopik olduğunu söyleyenlere cevabım ülkesel sınırlara dayalı vize rejiminin insanlık tarihinde 20. yüzyılın başından itibaren uygulandığını hatırlatmaktır. Nitekim AB projesi biraz da bu anlayışın sonucu. Sınırlar ve vizeler kaldırılınca bunun bir sürü suistimale yol açacağını ve asayiş sorunları yaratacağını söyleyeceklere de cevabım, bir popülasyonun bazılarının suistimal ihtimali var diye hepsinin kontrol edilerek tümüne eziyet edilmesinin ne kadar insani olduğudur. Dahası sınır kontrolü ve güvenliği için harcanan devasa harcamalar yerine suistimal edenlerin üzerine gidilecek tedbirlere yönelinmesi hem daha ekonomik olacaktır hem de sonuç getirecektir. Burada Dışişleri Bakanlığı'nın vizeleri kaldırma politikasına hız vermesi ve bunu öncelikle de komşu ülkeler ve AB ülkeleri ile yapmasının aciliyeti ortaya çıkıyor.
Ulus-devlet sistemi ülkesel yapay sınırlarla kül bulutunun altında kaldı, ama AB ondan daha iyi bir sınav vermedi. Bunu derken IATA'nın AB'ye hava sahasının açılması yönündeki baskılarından bahsetmiyorum. AB sınıfta kaldı çünkü 19 Nisan tarihli AB Ulaştırma Bakanları toplantısının sonuç açıklamasında AB vatandaşı olmayan insanların alternatif yollarla evlerine dönmelerine ilişkin tek kelimelik bile bir değini yoktu. Yani AB bir kez daha modelinin aslında ulus-devlet olduğunu göstermiş oldu. Tek tek ulus-devlet sınırları yerine bir üst AB ülkesel sınırı yarattığını gösterdi. Bunu zaten sınır kontrolleri ve göçmen politikalarıyla yapıyordu, ama doğal bir felaket anında da esnemedi. Son sözüm, AB ulus-devletle kıyaslanınca daha açık ve beynelmilel bir yapıdır, ama gerçekten insani bir yapı olacaksa ulus-devleti model almaktan vazgeçmeli.
Kaynak: Zaman