Toplumsal düzeydeki yırtılmanın miladı sayabileceğimiz hunharca bir cinayete kurban gitmişti.

Cinayeti aydınlatabilecek hiçbir bulgu elde edilememişti ama hedef daha ilk günden itibaren şappadak saptanmıştı.

Medya laik-antilaik ikilemi üzerinden toplumsal bir yırtılmanın şantiye şefliğine soyunmuş, "Mollalar İran'a" manşetini matine-suare gösterime sokmuştu.

Ankara Karlı Sokak'taki evinin önünde, arabasına yerleştirilen "C- 4" tipi bombanın patlaması sonucu 24 Ocak 1993'te katledilen bir gazeteciden, Uğur Mumcu'dan bahsediyorum.

Gerçekten, çok özel sonuçlar elde etmeye yönelik bir cinayetti bu.

12 Eylül 1980'e kadar sürgit yaşanan sağ-sol kutuplaşmasının ekseni kaydırılmış, "laikçi- dinci" tesmiye edilen yeni bir kutuplaşmanın kanla çizilen yörüngesi saptanmıştı.

Zaten dünümüz mahvedilmişti.

Yani, her alanda, her bakımdan 'ilerlemenin' büyük bir fırsatı olan soğuk savaş dönemi, sağ-sol çatışmasıyla heba edilmişti.

Yarınımız da mahvedilmek istenmişti.

Uğur Mumcu cinayeti yarınlarımıza kastedenlerin cinayetidir.

Yani, enerjimizi toplumsal bir korku heyulasıyla berhava etmek isteyenlerin…

Karanlık çevreler kapkara elleriyle mana iklimimizi "C- 4" bombalarıyla paramparça etmeyi hedeflemiş, yarınlarımızı sağ-sol çatışmasından daha derin bir şekilde boğmayı amaçlamıştı.

Mumcu cinayetiyle korkunç bir kin, amansız bir husumet oluşturmanın işaret fişeği ateşlenmişti.

Öyle ki, İstanbul'da, Uğur Mumcu cinayetini protesto eden bir grup gösterici, o sırada okunan ezana "yuh" çekmişti.

Öyle ilençli bir atmosfer oluşturmuşlardı ki; Akif'in, "Bu ezanlar ki şehadetleri dinin temeli / Ebedî yurdumun üstünde benim inlemeli" dediği ezanlara, günde 5 vakit bu toprakların istiklalini haykıran ezanlara, ömrünü istiklal uğruna adayan bir aydın gazetecinin öldürülmesini kınayanların ağzından 'yuh' çektirmeyi başarmışlardı.

Bütün bunları, Veli Küçük'ün evinde bulunan Mumcu suikastına ilişkin bir belgenin üzerinde hakkıyla durulmaması, alelacele geçiştirilmesi üzerine yazıyorum.

Vaktiyle, 2 Şubat 1993'de, MİT Müsteşarı Sönmez Köksal imzalı, çok gizli ibareli mezkur belge yetkililere sunulmuş, yazık ki yazık, yine aynı şekilde geçiştirilmişti.

Dönemin Adalet Bakanı Şevket Kazan'ın konuyla ilgili açıklamaları da nedense savsaklanmıştı.

Mezkur belgede, "CIA denetiminde, İsrail kabine görevlisi Haim Bar-lev kontrolünde, İsrail 'OADNA' birliklerinde eğitim gören 6 kişilik özel timin 'Hayre' deniz üssünden botla Türkiye'ye giriş yaptıkları, bahse konu olan timin hedefinin Mumcu olduğunu…" gibi ifadeler yer alıyordu.

Eşref Bitlis'in oğlu Tarık Bitlis'in, "Babamla Uğur Mumcu'nun ölümü arasında bağlantı var!" ifadesiyle, Mumcu suikasti belgesinde yer alan bu ifadeleri birlikte düşünmenin vakti gelmedi mi hâlâ?

Eğer bu belge şimdi de konuşulmayacak, masaya yatırılmayacaksa, Ergenekon'un 1 numaralı adamını daha çok ararsınız…


* * *
Yukarıdaki yazıyı bir iki kelam daha ederek nihayete erdirmeden önce bir çay molası vereyim, hazır mola vermişken de gazetelere şöyle bir göz gezdireyim dedim.

Ne görsem iyi?!

Ertuğrul Özkök her zamanki köşesinde kurulmuş, duruyor!

Vay canına, demek gitmemiş!

Bu beyefendi daha pazar günü, ekim ayına kadar tatile çıkacağını yazmamış mıydı?

İlkin, ne yalan söyleyeyim, bi ufaktan hortlak görmüş gibi ürperdim.

Anladık, sayılı günler çabuk geçer; lakin 6 ay bu kadar da çabuk geçmez ki!..

Meğer yanlış anlamışız hazreti.

Parmak arası terliğinden döneceği takvime kadar ne varsa bir takım bahar duygusallıklarından ibaretmiş.

Ekim ayına kadar yazılarından mahrum olacağımıza üzülmüştük zaten. Neyse ki, üzüntümüz kursağımızda kaldı!

Düşüncelerine inanmıyorduk; bari duygularına inanalım, dedik; ama, alayımızı ofsayda düşürdü.

Keşke "sosyolojik yanını" işletirken aralara serpiştirdiği "sakın yanlış anlamayın" cümlesini, "romantik yanını" işletirken de kullansaydı!

Neyse, artık oldu bir kere.

Gitseydi hepimizi pişman edebilirdi, gitmediğine göre bin pişman edecek!


Kaynak: Yeni Şafak