Türkiye'nin Malezya'ya benzemediğini ve benzemeyeceğine dair kesin kanaatim olduğunu daha önce söylemiştim. Türkiye'de zaman aman ayyuka çıkan din, 'dinci' korkusu ile bunca yıl karınca kararınca mücadele etmeye çalıştım. Dolayısıyla, bugünlerde esen kuşku, gerilim havasından son derece rahatsızım.
Ancak, eğri oturalım doğru konuşalım. Kendini laikliğin tek savunucusu sayanların estirdiği korku rüzgârına karşı, onlar ne söylüyorsa sonuna kadar karşı çıkmak ve hatta dalga geçmenin 'demokrat aydın' olmanın gereği sayıldığı tuhaf bir döneme girdik. Bazı arkadaşlarımız, 'Bu laiklerde durduk yerde, okyanus ötesi ülkeye neden sardırdı?' havasında Malezya örneğinin nereden çıktığını anlamadıklarını ifade ediyor. Korku atmosferi yaratmak için bazı şeyler abartılır, belli dönemlerde öne çıkar, orası tamam. Ama, Malezya örneği, İran örneği kadar mesnetsiz ve durduk yerde ortaya çıkmış bir örnek değil. Konu, sadece Amerikalı bir diplomatın Malezya ve Türkiye'yi benzetmesi de değil.
Evet, Türkiye'nin hemen hiçbir şeyi Malezya'ya benzemiyor, dahası, Türkiye'yi Malezyalaştıracak denilen AKP'nin Malezya'yı model aldığı falan yok. Dahası, Türkiye'nin Malezya benzeri bir sisteme geçmesi için, Anayasa'ya karşı bir devrim yaşanması gerekiyor. Zira, Malezya, çokhukuklu bir toplum.
Ama, diğer yandan, çok değil 10-15 sene önce, 'çokhukukluluk' İslamcıların savunduğu, hararetle tartıştığı bir konu idi. 90'lı yılların başında, Ali Bulaç başta olmak üzere birçok İslami kesim yazarı 'Medine Vesikası'nı temel alarak çokhukuklukuk savunusu yapıyordu. Hatta, o yıllarda İstanbul Hukuk Fakültesi birincisi olarak mezun olan bir genç, mezuniyet töreninde bu çerçevede bir konuşma yapmış ve olay olmuştu.
'Ne oldu, bu Nuray Mert'e' diye başlayan ve işi Doğan Medya'da yazmama kadar vardıran, lüzumsuz spekülasyonlara karşı hemen belirteyim, bunları, bugün söylemiyorum, Ali Bulaç'ın çokhukukluluk 'teori'lerine karşı o yıllarda ilk eleştiriyi Dergâh dergisinde, ben yazdım. Eminim konuya aşina olanlar hatırlayacaktır, bu konuyu, sayısız panel ve konferasta, eni boyu tartıştık.
Diğer taraftan, Malezya örneği, ABD'li bir diplomatın tesadüfen söz ettiği bir örnek olmanın çok ötesinde, 90'lı yılların başında, ABD'nin, İslam coğrafyasında artan gerilim ve ABD karşıtı havayı dağıtmak üzere devreye sokmaya çalıştığı, 'ılımlı İslam' politikasının pilot ülkelerinden biriydi. Dünyanın her yerinden Müslüman öğrenciler, Malezya'da İslam Üniversitesi'ne gidiyor, daha henüz araları açılmamış olan Başkan Mahatir Muhammed ve yardımcısı, Bakan Enver İbrahim önederliğinde, Malezya İslami düşünce hayatına önderlik edecek girişimleri destekliyordu.
Bakın size, o dönemin küresel İslamcı aydını diye tanımlanabilecek isimlerden biri olan Pakistan asıllı Britanyalı yazar Ziyauddin Serdar'ın, İslamcılık serüvenini otobiyografik tarzda anlattığı kitabından masum bir örnek vereyim (Desperately Seeking Paradise/Journeys of a Sceptical Muslim, Granta Books, 2004). Serdar'ın ifadesi ile, 90'lı yılların başında, hemen Körfez Savaşı ertesinde, İslam dünyasında artan gerilim ve ABD karşıtı 'sağlıksız' havaya karşı kollar sıvanmış, bu havayı tehdit olarak algılayan başta Suudi Arabistan, Körfez ülkeleri kesenin ağzını açmış. Malezya'da da bu gelişmeler tedirginlik yarattığı için Enver İbrahim işe koyulmuş, Serdar ve bazı arkadaşlarını Malezya'da birlikte çalışmaya davet etmiş. Uzun hikâyenin bir yerinde, Enver İbrahim, Serdar'ı Suudi Arabistan'da Yamani ile bu konuları konuşmak ve 'yeni bir İslami rönesansı gerçekleştirmek' üzere çalışmalar yapmak üzere 5 milyon dolarlık bir fonu almak üzere buluşturmuş. Ama, sonunda Yamani, Serdar'a 'Bazı şeyleri konuşmamak lazım' diye kasıt getirince Serdar teklifi reddetmiş, vs.
Tabii ki, ABD'nin, İslam coğrafyasında müttefik güç olarak ılımlı İslam modeli diye öne sürdüğü bir model çevresinde izlediği politikalar var diye, Türkiye, Malezya veya başka bir yer olacak değil. İslamcılar geçmişte bu türden tartışmaların içinde yer aldılar, o yöne bir savrulma oldu diye, bu kararlı bir şekilde hâlâ gizliden gizliye Türkiye'yi bambaşka bir yer haline getirmeye çalışıyor değiller. Uluslararası dengeler, siyasetler ne kadar etkili olursa olsun, dünya büyük güçlerin istedikleri yerde istediklerini yapabildikleri bir satranç tahtası değil. İşi, bu yönde bir aşırı kuşkuculuğa vardırmamak lazım. Ancak, hiçbir tartışmanın da durduk yerde çıkmayacağını, bir arka planı olduğunu bilmek lazım. Aksi takdirde, Malezya örneğini abartanlar kadar, 'Nereden çıktı diyenler?' de aynı sığ sularda çırpınmış oluyor.

 

Kaynak: Radikal