Ortadoğu polikası açısından son derece dikkat çekici bir barış girişimi olan, Türkiye'nin Suriye ve İsrail'in dolaylı barış görüşmelerine aracılık rolü üstlenmesi geçen hafta basına yansıdı. Ben bu esnada İsrail'deydim, o nedenle Türkiye'de ne ölçüde tartışıldığı konusunda kısıtlı bir fikre sahibim. Dönüşte, bu önemli girişimin Türkiye'de yeterince önemsenmediği yönündeki eleştirel haberler ve bazı yorumları okudum. Bizim gazetede cumartesi günü, bölgeyi çok iyi bilen az sayıda gazeteciden biri olan Cengiz Çandar uzunca ve çok boyutlu bir yorum yazısı yazmış ve konuyu çok iyi özetlemiş.
Tam bu gelişmeler esnasında İsrail'de olmanın, konuya ilişkin fazladan bir şey söyleme imkânı zannedildiği kadar çok değil. Sonuçta, İsrail basınının konuya bizimkinden daha geniş yer vermesi anlaşılır bir şey. Diğer taraftan, her ülkede bu tür gelişmelerin sokağa yansıması kısıtlı oluyor. Bunun ötesinde, bir gözlem olarak sadece, bizim basına yansıyan, tepkiler dışında ortalama İsrailli açısından (ki ortalama İsrailli'nin kim olduğu konusu da
ayrı tartışma konusu) Suriye ile barışın Filistin meselesinden çok daha az önemli olduğu rahatlıkla söylenebilir.
Bölgeye ve konuya biraz aşina olan herkes, kısa ve hatta orta vadede Suriye ve İsrail arasında barış yolunda fazla mesafe katedilemeyeceğini bilir. Diğer taraftan, yine özellikle İsrail basınında çokça yer aldığı gibi, konunun Olmert'in, dikkatleri, köşeye sıkıştığı yolsuzluk davalarından uzaklaştırmak gibi iç politika, Suriye'nin uluslararası platformda sıkıştığı alanı açma ve zaman kazanma gibi dış politika gerekçeleri olduğu da aşikâr. Türkiye'ye gelince, bu girişimin, her ne kadar ABD insiyatifinin dışında gerçekleştiği söylense de, Ortadoğu'da Türkiye'ye sahne alması için, uluslararası destek verildiği bir gerçek.
Yine de ve her şeye rağmen, bu tür arabuluculuk rollerinin gerekçeler ve muhtemel sonuçlar ne olursa olsun, bir ülkeye prestij ve güç kazandırdığı da bir gerçek. Türkiye'nin son yıllarda Ortadoğu'da daha aktif rol üstlenmesi ve sahne almasını sadece AKP iktidarının siyaset başarısı olarak okumak zor. Bunu bu iktidarın çabalarını hiçe saymak adına söylemiyorum, bölge siyasetinin dünya dengeleriyle değişimini dikkate almak ve daha serinkanlı değerlendirmeler yapma adına söylüyorum.
Tam da bu noktada, Türkiye Cumhuriyeti'nin dış siyaset seyrini bir kez daha yeniden değerlendirmekte fayda var. AKP'ye sempatik bakan yazarlar Cumhuriyet tarihi boyunca Ortadoğu ülkelerine mesafeli duruşun, bir büyük zaaf olarak altını çiziyorlar. Ben de bu mesafeyi bir zaaf olarak görenlerdenim, ancak bir zaaftan söz edilecekse, bu politika hattının, bugünkü muhafazakâr geleneğin miras kabul ettiği tüm muhafazakâr iktidarlar tarafından paylaşıldığını hatırlamakta fayda var. Diğer taraftan, yine daha ziyade muhafa-
zakâr çevre tarafından sıkça dile getirilen, Türkiye'nin İsrail'i ilk tanıyan Müslüman ülke olması konusunda bunca eleştiriye rağmen (ki yine bu eleştirilere katılanlardan biriyim), bu dış politika hattını toptan reddetme durumunda Türkiye'nin ve münhasıran AKP iktidarının bugünkü barış arabulucusu rolüne soyunamayacağını hatırlamakta fayda var.
Bu konuyu, köşe yazısı dışında, biraz daha uzun boylu açmak istiyorum. Şimdilik daha sıradan bir hatırlatma ile bitireyim. Ünlü tarihçi İlber Ortaylı bir televizyon programında, "Türkiye Cumhuriyeti pasaportu çok değerli bir pasaporttur, yurdışında bunu hissedersiniz" demişti. Bunu en çok hissedeceğiniz yer belki de Ortadoğu. İsrail Büyükelçimiz ve gerçekten çok değerli bir diplomat olan Namık Tan ile sohbet ederken Ortaylı'nın bu sözünü andık. Ortadoğu ülkelerinden çoğunun vatandaşları yanıbaşlarındaki ülkelere gidemiyorlar, Türkiye Cumhuriyeti pasaportu ile birbiri ile diplomatik ilişkisi olmayan İran'a da, İsrail'e de, Suriye'ye de seyahat edebiliyorsunuz. Bu imkân, ilk bakışta gözüktüğünden çok önemli ve üzerinde düşünülmeye değer.
Kaynak: Radikal