26-29 Kasım tarihleri arasında Mumbai'de son derece sembolik hedeflere karşı gerçekleştirilen terörist saldırıların hemen ardından, bu olayları, üzerinden yedi yılı aşkın zaman geçmiş olan 11 Eylül tarihli El Kaide saldırısıyla karşılaştıran birçok yoruma rastladık.
Mumbai'deki kurban sayısı çok daha azdı, ikiz kulelere çarpan uçakların ve her iki binanın çökme anının görüntülerinin televizyonlarda tuttuğu yerle de hiçbir şekilde yarışamazdı. Öte yandan Hindistan, yükselmekte olan bir süper güç olsa da, ABD'nin tutmuş olduğu "küresel gücün zirvesi" konumunu işgal etmiyordu..
Saldırının, Pakistan topraklarında konuşlanmış olan ve İslamabad hükümetine ait unsurlarla işbirliği içinde olmasalar bile, onun onayını alan köktenci gruplar tarafından gerçekleştirildiği neredeyse kesin gibi. Bu şartlar altında, Hindistan'ın provokatif bir askerî misillemede bulunması ihtimali dünya diplomasisini şekilleyen kaygı oldu. Amerikan Dışişleri Bakanı Condeleezza Rice, ironik bir şekilde, hükümeti sakin olmaya davet etmek için önce Hindistan'a; ardından da mücadelede Hindistan'la işbirliği yapmaya ikna etmek için Pakistan'a koştu. Bu son noktada diretmesi biraz devletlerarası bir çatışmayı önleme kaygısından, biraz da Afgan sınırındaki Pakistan birliklerinin oradan çekilmesini engellemek içindi. Bu yaklaşımın ironik olması, ABD'nin 11 Eylül'e verdiği cevabın, tam da Rice'ın korktuğu türden bir akıl yürütmeye dayanması. Başkan Bush, 11 Eylül'e verilecek olan Amerikan cevabının tonunu, Kongre'de 20 Eylül 2001 tarihinde yaptığı ve "teröre karşı savaşı" başlatan konuşmasında ortaya koymuştu: "Teröre yardım ya da yataklık yapan ülkelerin peşinde olacağız." Hatta daha da ileri giderek "Dünyanın her bölgesindeki her ülkenin vermesi gereken bir karar var: Ya bizimlesiniz, ya da teröristlerle." demişti. Afganistan ve Irak "teröristlerle" addedilmiş ve terörle mücadeleyi aşan amaçlar taşıyan; rejim değişikliği ve yepyeni bir politik yapılanma hedefleyen askerî saldırılara maruz kalmıştı. 2008 yılının sonlarından bir bakışla, Bush'un, "teröre karşı savaş"ı başlatarak, ABD'yi, Afganistan ve Irak'ta, Amerikan karşıtlığının tüm dünyada yükselmesine sebep olan ve ABD'nin cömert küresel lider imajını yerle bir eden, sonu olmayan ve bedeli çok yüksek iki savaşa sürükleyerek kendi kendini ateşe atan bir yola soktuğu ayan beyan ortada. Obama'nın seçim başarısı, bir ölçüde, küresel çaptaki terörist tehditlerin karşısında Birleşik Devletler'in yeni bir yaklaşım benimsemesi umudunu yansıtıyordu.
ABD hükümeti 11 Eylül'e verdiği cevabın arkasında yatan düşünceyi, Irak'ta ve Afganistan'da karşı karşıya kaldığı devasa engellerin ışığında gözden geçirmeliydi. Bunu yapmak için biraz geç kalındı, ama çok da değil. Yeni Başkan Obama, Amerika'nın Irak'taki savaşçı rolünü sonlandıracağı sözünün yanı sıra, bundan daha da önemlisi, terörle mücadele stratejisinin göbeğindeki yöntem olarak savaşı gören "zihniyet"i reddedeceği sözünü de vermişti. Obama'nın zihniyetten ne kastettiği çok da açık değildi. Irak Savaşı'na karşı çıkmış olmasına rağmen Afganistan Savaşı'nı desteklediğini açıkça ortaya koydu ve bu ülkedeki Amerikan askerlerinin sayısının artırılması gerektiğini defalarca belirtti. Irak politikasına itirazı kısmen, Saddam Hüseyin'in rejimi ne kadar sevimsiz olursa olsun, bu savaşın daha baştan itibaren, olmayan bir terörist tehdide yönelik olmasındandı. Obama'ya göre, Irak'taki savaş, dikkatin, terörün asıl kaynağı olan Afganistan'a yoğunlaştırılmasını engelledi. Bu bakış açısıyla, Obama'nın "teröre karşı savaş"tan vazgeçeceğini değil ama teröre karşı savaşın muhtemel terör eylemlerini azaltmaya yönelik olarak yeniden yönlendirileceğini ileri sürebiliriz.
Obama geçmişten ders alacak mı?
Yani, Amerikan karşı-terör politikasının kısmen gözden geçirilmesini ve bunun, Bush döneminin "ahmakça" karşı terör stratejilerinin yerine Demokrat başkanın "akıllı" karşı terör siyasetinin koyulacağı, görünürdeki bir değişikliği bekleyebiliriz. Bu değişimin önemli faydaları olsa da, içinde bulunduğumuz post kolonyal dönemde, yabancıların gerçekleştirdiği karşı-terör savaşlarının etkili ve gerekli olacağına dair son derece tartışmalı bir inanışa dayanmaya devam ediyor. Obama'nın şimdiye kadar kabinesine aldığı kilit aktörler, terörle mücadelenin Amerikan dış politikasında yerini koruyacağına dair kaygılarımı güçlendiriyor. Yeni Dışişleri Bakanı Hillary Clinton, Savunma Bakanı Robert Gates ve Ulusal Güvenlik Danışmanı James Jones, vakti zamanında Irak Savaşı'nın destekçisi olmalarının yanı sıra, kontrgerilla doktrininin de savunucuları. General David Petraeus'a beslenen tarafgir hayranlık, kontrgerilla yaklaşımını gayet etkileyici bir şekilde yeniden yazmasına dayanıyor. Afganistan'daki askerî girişimlerin daha da artırılmasının savunuculuğu yapılırken gözden kaçırılan, Vietnam'dan bu yana, hiçbir yabancı gücün, kontrgerilla mücadelesinde zafere ulaşamadığı. Görmezden gelinen bu tecrübe sadece ABD örneğinde geçerli değil. Sovyetler'in 1980'lerde Afganistan'daki başarısızlıklarının yanı sıra, Irak'ın kudretli savaşçı mekanizmasının 1980'lerde İran devriminden ortaya çıkan rejimi yıkamaması, askerî üstünlüğün bu konuda pek bir öneminin olmadığının göstergesi. Ne kadar yıkıcı güce sahip olurlarsa olsunlar, yabancı güçlerin kontrgerilla operasyonlarının, kararlı bir ulusal direniş karşısında fazla şansı yok. Ve de bu ders alınıncaya kadar, küresel sahnede rol alan büyük devletler aynı hataları tekrarlamaya devam edecek.
PRINCETON ÜNİVERSİTESİ ÖĞRETİM ÜYESİ
Kaynak: Zaman