Bilmiyorum takip ettiniz mi, 2. Meşrutiyet'in ilanının, başka bir deyişle 1908 Devrimi'nin yüzüncü yılı sebebiyle yayımladığımız yazı dizisi benim açımdan çok öğretici ve ufuk açıcıydı.

Demokrasi veya halkın yönetime katılma talebi öyle durduk yerde gökten düşer gibi ortaya çıkmış bir şey değil. Tarihe baktığımızda, her zaman bu talebin arkasında çok güçlü ekonomik gerekçeler olduğunu görüyoruz.
Tarihin ilk yazılı anayasası sayılan ve kralın egemenliğini sınırlayan belge olarak bilinen belge Magna Carta, neredeyse tamamen vergi meselesine odaklıdır. Kral vergi ister, derebeyleri ise 'Bundan sonra bize sormadan vergi koyamazsın' derler.

1776 Amerikan Devrimi'nin nedeni de, İngiliz kralının Amerika'daki kolonilerin ihraç ettiği mallara, onlara sormadan vergi koyması sonrası başlayan olayların sonucudur. Tarihe 'Boston Çay Partisi' diye geçen olay, tamamen bir vergi isyanıdır.

1789 Fransız Devrimi'ne giden yol da kralın insafsız vergileri yüzünden açılmıştır.

Ve 1908 Devrimi'nin arkasında da, 1906'da başlatılan 'kelle vergisi' vardır.
Ama bizde siyaset nedense salt siyasettir. O yüzden pek çoğumuz 1906'da Osmanlı'nın dört bir yanında çıkan vergi ayaklanmalarını, nümayişlerini vs. bilmeyiz, onun yerine 'Resneli Niyazi ve arkadaşlarının ceberrut padişaha karşı ayaklanıp dağa çıkması' sonrası aynı padişahın yeniden meşrutiyet ilan etmek zorunda kaldığına inanırız.

1908 Devrimi, gerçekten devrim adını hak eden bir deneyimdir ve ne yazık ki 1913'te bugünkü Ergenekoncuların erken dönem atası sayabileceğimiz 'halaskar zabitan' takımı İttihatçıların Enver Paşa önderliğinde gerçekleştirdiği darbeyle fiilen sona ermiştir.

1908-1913 arasında yaşanan temsili demokrasi deneyiminin seviyesini ise esasen bir daha bu topraklarda yaşayamadık.

Bu cumhuriyet, 1923 yılında ilk günden itibaren bir 'halktan korkanlar partisi' tarafından kuruldu. Aslında bu 'halktan korkma'nın tarihini Mustafa Kemal'in başkomutanlık süresinin uzatıldığı Meclis oturumuna kadar götüren çok sayıda tarihçimiz var ama şimdilik bu detaylara girmeyelim.

Atatürk'ün en az iki kez 'halktan korkmama'yı denediği, yani rakip partilerin kurulmasına önayak olduğu biliniyor.

Ama iki seferde de, 'halktan korkma' ağır bastı, demokrasi denemesi yapılamadı bile ve tam tersine otoriter cumhuriyet daha da kurumsallaştı.
Zaten biraz mesele de bu: Önce 1921, ardından da 1924 anayasaları esasen otoriter, bırakın gerçek bir demokrasiyi, yolsuzluk veya kötü yönetimi önleyici denetleme mekanizmalarını bile içermeyen anayasalardı.

1946 öncesi, çok partili rejime geçilmezden önce ünlü 'dörtlü takrir'i veren dört Demokrat Parti kurucusu, bu 'isyan' hareketlerini ekonomik sebeplerle yapmışlardı. Çok partili rejime geçilirken de, anayasada herhangi bir tadilata, gerçek bir demokrasiyi oluşturacak kurallar manzumesine hiç ama hiç gerek duyulmaması, sadece 'Düşünememişler işte' denip geçiştirilecek, entelektüel birikim eksikliğine yorulabilecek bir durum olamaz.

Aynı şekilde geçen gün yazdığım gibi DP'nin seçimden sonra demokrasiyi kurumsallaştırma yolunda hiçbir adım atmaması, CHP'nin kimi mallarına el koyarken yani 'devlet partisi' acayipliğini giderirken bile kendi otoriterizmini onun yerine ikâme etmesi, 'halktan korkma'nın bizde ne kadar içselleşmiş bir şey olduğunun kanıtı aslında.

Ve biraz geniş perspektifle bakacak olursanız, o günden bugüne değişen bir şeyin olmadığını da görürsünüz.

İktidardaki Adalet ve Kalkınma Partisi'ni diyelim 30 yıl sonra bir akademisyen 'söylem analizi'ne tabi tutsa, bu partinin iktidarda değil muhalefette olduğu sanılabilir.

Oysa bu parti altı yıla yaklaşan bir zamandan beri mutlak iktidara sahip.
Sahip ama hâlâ kendini yer yer muhalefette hissediyor; çünkü bazen iktidarın kendisine ait olmadığını, Türkiye'de yönetimdeki siyasilere bazı alanların kapalı olduğunu görüyor, yani çok haksız da değil.

Ve fakat sonunda haksız; çünkü bu anlamda 'halk iktidarı'nı 'bölünemez' hale getirecek ama demokrasiyi de kuvvetlendirip o iktidar için meşru ve güçlü denge-fren mekanizmalarını içerecek bir demokratik reformdan da uzak duruyor.

Son olarak Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın talebi üzerine Prof. Dr. Ergun Özbudun ve arkadaşları tarafından hazırlanan anayasa taslağını ne kadar AKP'nin malı sayabiliriz bilmiyorum ama bu taslak da esasen 12 Eylül Anayasası'nın biraz daha düzeltilmiş halinden başka bir şey değil. Yani gerçek anlamda demokrasiyi sağlamıyor, ifade, inanç ve girişim özgürlüklerine yeterli güvenceyi vermiyor.
Yarın dizimizi bitirelim.

Kaynak: Radikal