Düşünün ki Hollywood’da bir senaryo toplantısındasınız ve hikâyenizi 10 veya daha az kelimede özetlemek zorundasınız. Suriye hakkında bir film bu. Kathryn Hurt Locker Bigelow’un halen hazırlıkları süren Usame Bin Ladin baskınıyla ilgili filminin özeti, “İyi çocuklar Usame’yi Pakistan’da mıhladı” ise, Suriye hikâyesinin özeti de pekâlâ “Sünnilerle Şiiler Arap cumhuriyeti için savaşıyor” olabilir.

Evet, bir kez daha bütün mesele adına ‘Şii hilali’ denen o hikâyeyle; yani İran’ı izole etmekle ve Sünnilerin Şiilere karşı önyargılarıyla ilgili.

Yine inanılmaz bir ikiyüzlülük gösterisi sergileyen ve laik Arap cumhuriyetlerine nefretinden zerre bir şey kaybetmeyen katı Sünni Vahhabi Suudi Sarayı, Beşşar Esad kontrolündeki Suriye rejimini ‘bir cinayet makinesi’ diye niteliyor.

Doğru, Esad’ın acımasız güvenlik aygıtı beterin beteri, Mart’ta ayaklanmanın patlak vermesinden bu yana 2400’ün üzerinde insan öldürdüler. Şu işe bakın ki BM’nin 1973 sayılı kararı dış müdahalenin önünü açmak için alelacele çıkarıldığında, Libya lideri Kaddafi" class="IndexLink">Muammer Kaddafi’nin güçleri çok daha azını öldürmüştü. BM’nin yaklaşımındaki bu tutarsızlığın sebebi, Libya’dan farklı olarak, Suriye’nin devasa bir petrol ve doğalgaz zenginliğinin üzerinde oturmuyor olması.

Alevi-Nusayri empatisi
Esad rejimi, Şiiliğin bir alt mezhebi olan Nusayriliğe dayanıyor. Bu yüzden de Suudi Sarayı için olan bitenler, Sünnilerin öldürülmesi anlamına geliyor. Suriye’de, Şii İran’la müttefik bir rejimin olması da cabası.

Yani Riyad’ın Körfez İşbirliği Konseyi’nin (KİK-’Körfez Karşı Devrim Kulübü’ olarak da bilinir) küçük ülkelerini, yanı sıra Suudilerin manipüle ettiği kimseye diş geçiremeyen Arap Birliği’ni takiben dile getirdiği kınamanın sebebi bu. Dahası, Suudi Sarayı ve Körfez zenginleri Suriye protestolarının daha tekinsiz bir kesimine (radikalleşmiş Müslüman Kardeşler/köktendinciler/Selefi nebulası) aktif mali destek veriyor.
Oysa Bahreyn’deki demokrasi yanlısı protestocuların Suudi Sarayı ve KİK’ten tek gördüğü, istila ve pervasız baskıydı.

Türkiye’nin pozisyonuysa çok daha nüanslı. İktidardaki AKP’nin ezici çoğunluğunu Sünniler oluşturuyor. Gözleri bölgenin Sünni kuşağında. Fakat AKP, Türklerin en az yüzde 20’sinin Şiiliğin Alevi kolundan olduğunun ve Suriyeli Nusayrilere karşı epey empati beslediğinin muhakkak ki farkında.

Meşhur ‘komşularla sıfır sorun’ politikasının akademik babası olan Türk Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, geçen hafta Şam’da Esad’la en az altı saat yüz yüze görüştü. Basın konferansında ser verdi sır vermedi ve Esad rejiminin protestoculara yönelik kanlı operasyonları durdurmasının ve onların taleplerini karşılamasının bir ‘süreç’ olduğunu ima etti. Esad buna ‘süreci’ çoktan başlattığını, fakat serbest ve adil seçimler gibi meselelerin zaman aldığını söyleyerek cevap verebilir.

Davutoğlu açıkça şunu söyledi: “Başlıca kriterimiz şu: Sürecin şekli sadece Suriye halkının iradesini yansıtmalıdır.” Rejimin cevabıysa, Suriye halkının çoğunluğunun hükümetin arkasında göründüğünü söylemek olacaktır.

‘Kurtarıcı’nın faturası
Davutoğlu’nun sözleri, bir başka noktayı da ima eder gibi görünüyor: Şam mantıklı olduğu, insanları öldürmeyi bıraktığı (Esad, ‘hataların’ yapıldığını kabul etti) ve reformları devreye soktuğu sürece, Türkiye’nin Suriye’ye müdahale etmesi için hiçbir sebep yok. Bu yüzden de ortaya Davutoğlu’nun, Türkiye’nin Suriye bataklığını ‘çözmesini’ yüksek sesle savunan Başbakan Tayyip Erdoğan’la çeliştiği bir manzara çıkıyor.

Erdoğan’ın Suudi Arabistan ve Katar’a, Türk modelinin Arap dünyasının izlemesi gereken yol olduğunu kanıtlama şekli de bu olacaktır. Erdoğan, Suudilerle Katarlıların, Esad güçlerine karşı ilerleyen Türk ordusunu finanse ederek, kendisinin ‘Suriye’deki Sünnilerin Büyük Kurtarıcısı’ unvanını elde etmesinin faturasını ödeyeceğini düşünüyor. Bu, gelinen noktada birkaç gün öncesinde olduğundan çok daha uzak bir ihtimal gibi görünüyor.

Esad hesabını kitabını yaptı ve protestolar Şam ve Halep’e ulaşmadıkça, yani kentli orta sınıfı sarmadıkça devrilmeyeceğini kavradı. Güvenlik ve ordu aygıtı tümüyle Esad’ın arkasında. Ülkedeki bütün dini azınlıklar, nüfusun en az yüzde 25’ini oluşturuyor; Sünni köktendincilerden ödleri kopuyor. Laik Sünniler kendi paylarına, bir rejim değişikliğinin ya İslamcı bir iktidara ya da kaosa yol açacağından korkuyor. Bu yüzden Suriyelilerin çoğunun, ne kadar yetersiz ve baskıcı olsa da, hükümetlerinin arkasında olduğu iddiası çok da akıldışı değil.

Dahası, Esad rejimi NATO’nun Libya’da sürdürdüğü bombardımanları Suriye’de tekrarlaması için koşulların olgunlaşmadığını biliyor. Rusya ve Çin’in tavrı, BM’den karar falan çıkmayacağını açıkça gösterdi.

Esas insani kriz Somali’de
Avrupa kendi canının derdinde ve yeni bir kötü planlanmış maceraya atılma ihtimali, hele Libya Geçiş Konseyi’ndeki şaibeli tiplerin kendi askeri liderlerini öldürdüğü ve açıkça kendi içlerinde aşiret savaşına tutuştuğu kasvetli manzaradan sonra imkânsız gibi bir şey.
Batı’nın R2P (‘koruma sorumluluğu’) uyarınca ‘insani müdahalede’ bulunması için hiçbir gerekçe yok, zira ortada bir insani kriz yok; aslında şu an krizin doruğunda olan ülke Somali ve bu, Washington’ın stratejik açıdan hayati önem taşıyan ülkeyi ‘istila’ veya en azından kontrol etmeyi ciddi ciddi deneyebileceği korkularına yol açıyor.

Velhasıl Obama yönetiminin Esad’a gitmesini söyleme önerisi, oyunu değiştirecek bir tavır mahiyetinde daha başlamadan bitti. Peki ya Esad kalırsa? Washington onu R2P bahanesiyle insansız savaş uçaklarıyla öldürecek mi? Elbette Pentagon Esad’ı insansız Falcon Hipersonik Teknoloji Aracı -2 ile (Pentagon’un tabiriyle, ‘küresel çapta tehditlere karşılık vermek için üretilen’ yeni oyuncak) her zaman avlamaya çalışabilir. Fakat orada durun, işin püf noktasına geldik: Hipersonik insansız uçağın prototipi, Pasifik semalarında kayboldu. (13 Ağustos 2011)

Kaynk: Radikal