Yaklaşık 30 yıldır gazetecilik yapıyorum. Bu süre içinde uluslararası ve Arap ülkelerinin hemen hemen tüm basın-yayın kurumlarının Türkiye ve bölge muhabirliğini yaptım. Ama tüm bu süre içinde hiçbir zaman Genelkurmay Başkanlığı'na giremedim ve orada gerçekleşen herhangi bir etkinliği gazeteci olarak izleyemedim.
İşte bu nedenle AKŞAM'daki arkadaşlar arayıp 'Hüsnü Bey Genelkurmay'dan size davet var' dediklerinde şaşırdım.
14 Nisan 2009'de Harp Akademileri binasına geldiğimde ise kapıda birçok subayın 'Hoş geldiniz Hüsnü Bey' diye karşılaması beni daha fazla şaşırtmıştı!
İçeride ise asker 'yandaşı' ve 'karşıtı' olan birçok meslektaşımız vardı.
Gelelim Genelkurmay Başkanı Sayın Başbuğ'un konuşmasına...
İtiraf edeyim ki başkalarının tersine ben farklı bir Başbuğ beklemiyordum.
Yani 15 Ekim 2008'de olduğu gibi müthiş kızgın bir Başbuğ'la karşılaşmayacağımı tahmin ediyordum. Bunun için de birçok nedenim vardı.
Nitekim Başbuğ'u çok kızdıran Aktütün Jandarma Sınır Karakolu ile ilgili olarak askere yüklenen birçok gazeteci davet edilmişti.
Peki Başbuğ neden böyle davrandı?
Bu sorunun yanıtı ile ilgili olarak herkes kendine göre değerlendirmelerde bulundu.
Sayın Başbuğ, asker-sivil ilişkilerinde yeni bir dönemi amaçlıyor olabilir. Nitekim konuşmasının ilk bölümünde bu konuya değinerek bakın ne diyordu:
'Demokratlık kisvesi altında Türk Silahlı Kuvvetleri'ni yıpratmak amacıyla Türk Silahlı Kuvvetleri'ne karşı sistematik muhalefet yapılması demokrasimizi geliştirmeyecektir'.
Sayın Başbuğ, hem sivil-asker hem de alt-üst kimlik konularında Eliot Cohen, Smooha, Hanf, Huntington, Janowitz, Montesquei gibi kişilerden alıntı yaparak değerlendirmelerde bulundu.
Oysa yine Sayın Başbuğ, bir sonraki dakikalarda 'sivil-asker ilişkileri, ülkelerin kendine özgü şartları dikkate alınarak incelenmelidir' dedi.
Her zaman yabancı kişilerin yorum ve değerlendirmelerinin kendi ülke ve toplumlarımız için bir anlam taşımadığını savunan biri olarak bu tespite dikkat çektikten sonra Sayın Başbuğ'un terör ve Kürt sorunu ile ilgili yaklaşımına gelelim.
Sayın Başbuğ, Atatürk'ün 'Türkiye Cumhuriyeti'ni kuran Türkiye halkına Türk milleti denir' yaklaşımından yola çıkarak Türkler-Kürtler ilişkilerine yeni ama tutuklamaların hedefi olan DTP'lileri tatmin etmeyen farklı bir yorum getirmeye çalıştı ve askerin tavrını da konuşmasının başka bir yerinde şöyle özetledi:
'Türk Silahlı Kuvvetleri; ATATÜRK'ün bize emanet ettiği ulus-devlet ve üniter-devlet yapısının korunmasında taraftır ve taraf olmaya da devam edecektir. Bundan kimsenin şüphesi olmasın'.
İşin ilginç yanı, askerin politikaya karışmamasını isteyen meslektaşlarımızın büyük bölümü Sayın Başbuğ'un bu söylemini yorumlarken aslında hala askeri bu işin bir parçası olarak gördüklerini kanıtlıyordu. Bu böyle olmasaydı belki de Sayın Başbuğ'un bu konuşması tüm haber televizyonlarda canlı verilmez ve ertesi gün tüm gazetelerin birinci konusu olmazdı.
İlginç, garip ama klasik bir Türkiye gerçeği.
Gelelim son konuya...
Sayın Başbuğ devlet-asker-din ilişkisine değinirken aslında konunun özüne vurgu yaparak önemli tespitlerde bulundu. Bu tespitlerin başında da askeri en çok rahatsız eden ve belki son tartışmaların özünü oluşturan konuya değindi.
'Bugün bazı cemaatler öncelikle bir ekonomik güç olmaya ve daha sonra da sosyo-politik yaşamı biçimlendirmeye, dine bağlı bir tek tip yaşam tarzı olarak sosyal kimliklerini ortaya koymaya çalışmaktadır.
Bu cemaatler hedeflerine ulaşmada kendileri için en büyük engel olarak Türk Silahlı Kuvvetlerini görmektedir. Bunun için de, her fırsattan istifade ederek, destekleyicilerinin de yardımıyla Türk Silahlı Kuvvetleri aleyhine faaliyetlerde bulunmaktadırlar.
Bu yapılanlara karşı hukuk devleti kapsamında Türk Silahlı Kuvvetleri'nin tepkisiz ve etkisiz kalacağını düşünmek büyük yanılgıdır'.
Yukarıda özetlemeye çalıştığım konuların dışında Sayın Başbuğ her nedense işin özüne değinmedi. İki saat süren konuşmasında örneğin askeri hedef alan kampanyanın gerçek amacının ne olduğuna ve bu kampanyanın arkasında somut olarak kimlerin bulunduğuna değinmedi.
Hatırlayalım...
MGK Genel Sekreteri olduğu dönemde Orgeneral Tuncer Kılınç 8 Mart 2002'de 'AB; Türkiye'nin sorunlarına karşı hep olumsuz yaklaşmıştır' dedikten sonra 'Türkiye'nin bölgede güvenliğini sağlayabilmesi için müttefiği ABD'yi unutmamakla beraber öncelikle Rusya ve mümkün ise İran olmak üzere başka ülkelere de yönelmelidir' demişti.
Paul Wolfowitz ise 1 Mart tezkeresinin rededilmesinden sonra 6 Mayıs 2003'te Birand ve Çandar'a verdiği o meşhur demecinde 'pasif kalan askerlere' çok kızmış ve tehdit etmişti. 4 Temmuz 2003'te Amerikalılar Süleymaniye'de 11 askerin kafasına çuval geçirerek TSK'ya önemli ve anlamlı bir mesaj gönderdi.
Bush ile yardımcıları ve AB ülkelerinin yöneticileri ise Türkiye'yi ılımlı ve uyumlu bir Müslüman ülke olarak görmek istediklerini söyleyerek bunun önündeki tüm iç ve dış engellerin kaldırılması gerektiğini savunuyordu.
Son 6 yıllık dönemde Türkiye'de yaşanan ilginç gelişmeleri bu ve benzeri verilerle değerlendirenler her şeyi çok iyi anlar, gelecekte daha nelerin yaşanabileceği konusunda önemli tahminlerde bulunabilirler!
En azından ben öyle düşünüyorum.
Kaynak: Akşam