Kadim tarih itibarıyla siyaset; artık değerin tedavülde olduğu "zirai", "ticari" ve "zanaatkarlık" ile temellenen işlerin örgütlenmesi üzerinde yapılanıyordu. Ama bu ilişkiler siyasetin ne kadar belirleyicisiydi acaba? Kaba bir indirmecilik yapmamak gerekiyor.  
 
Sözü edilen işler dünyasında yer alan "toplumsallıklar" siyasi iktidarların karşısında hayli zayıf konumdaydı. Pazarlık güçleri sınırlıydı. Bunun başta gelen sebebi güvenlik ile ilişkilidir. Özellikle göçebe dünyadan gelen acımasız saldırılar karşısında sığınılabilecek biricik güç, siyasi iktidarın gücüydü. Siyasi iktidara sığınma bir bakıma "kırk satır mı, kırk katır mı?" gibi trajik bir ikilemin içinde alınmış bir karardı ve büyük nüfusların sevk-i tabiisi haline gelmişti. Ya "harami" bir dünyadan gelecek ve acımasızlık ölçüsünün ne olacağı kestirilemeyen tehlikelere karşı savunmasız kalınacak ya da güven karşılığında "medeni-adli" iddialarla ortaya çıkan siyasi iktidarın koyacağı ağır vergileri ödemek göze alınacaktı. Basit olarak söylersek, "talan" ile "vergi" arasındaki bir tercihtir bu. Kadim dünyanın yerleşik hayat süren zirai, ticari ve zanaatkar unsurları elbette ikincisini; yani "kurban" olmaktansa "tabi" olmayı seçtiler. Siyasetin kendisinden emin gücü ve bu gücü dile getiren mutantan siyaset söylemi bu tabiyetin kaçınılmazlığının ürünüdür.

İDEOLOJİLER, DÜNYANIN ÇEPERİNDE KÜLTÜRELLEŞMEKTEDİR

Modern dünyada siyaset esaslı bir dönüşüm gösterdi. Her şeyden önce ekonomik bir mahiyet kazandı. Ricardo'nun kapitalist ekonomi-politik kavramı bunu ifade eder. Bu şu demektir: artık politik ve ekonomik etkinlikler birbirini gözeterek var olabilir. Mesela politik bir hesap, basit olarak geleneksel hikmet-i hükümet eksenindeki akıl yürütmelerle değil; ancak ekonomik geri-beslenmesiyle başarılı olabilir. İlişkiyi tersten okursak her türlü ekonomik hesap kendisini politik olarak düşünmek zorundadır. Ekonomi-politik dünyanın havuzunda her türlü vergilendirme açık tartışmanın ürünüdür. Vergi bir angarya değil, ekonomik zenginlikleri artırmayı mümkün kılacak ve ancak modern siyasi iktidarın örgütleyebileceği kamusal fonların oluşturulmasıyla ilişkilidir. Vergilerin somut bir karşılığı vardır. Onu verenler belli bir amaç için verirler. Vergilerin ölçüsü bu amaçlarla uyuşumlu olmak zorundadır. Dolayısıyla vergiler keyfi konulamaz. Politik güçlerle, ekonomik güçlerin özneleri arasında yürütülecek pazarlıklarla belirlenebilir. Dolayısıyla politik güçler, ekonomik güçleri aynı zamanda bir politik özne olarak kabul etmek zorundadır. Parlamenter gelenekler işte bu pazarlığa dayalı bağların üzerinde şekillenmiştir. Teb'adan ulusa, kulluktan yurttaşlığa giden süreçlerdir bunlar. Ekonomi-politik süreçler tanınma, katılım, paylaşım süreçleriyle buudlanmıştır. Önceleri sadece ekonomik seçkinlerle sınırlıyken, ileriki aşamalarında burjuva ve proleter kamusallıkları da kapsayan bir genişleme göstermiştir. Şunu da kaydedelim ki; bu süreçler bir günde olup biten süreçler değildir; ağır bunalımlarla ve ağır insani maliyetlerle birlikte yürümüştür.

Yurttaş, politik toplu ve devlet arasında mekik dokuyan ve üretkenlikte odaklanan bir şablonun oluştuğu aşikardır. Bu şablon hegemonik bir mahiyet taşır. Merkez dünya ülkelerinden çevreye, ücra dünyalara taşınır. Sömürgecilikten kurtulan ülkeler daha ne olduğunu anlamadan, kendilerini kalkınma, gelişme, çağdaşlaşma gibi ideallerle yüklü, ağır ev ödevleriyle donanmış halde bulmuşlardır. Modern dünyada adam yerine konmak için bu şablonu hayata geçirmek gerekmektedir. İyi de bu şablonun işlemesini sağlayacak iç dinamikleri olmadığı ya da çok sınırlı olduğu durumda ne olacaktır? Mesela küçük ve alabildiğine dağınık ve yoksullukla malul bir köylülüğün hüküm sürdüğü coğrafyalarda asri dinamikler nasıl hayata geçirilecektir? Bu durum siyasetin durumunu iki açıdan ağırlaştırmakta ve sertleştirmektedir. İlk olarak modernleşme işini modernleştirme olarak yeniden tanımlamaktadır. İster minimalist, ister maksimalist ölçülerde başlatılsın, modernleştirmeye soyunan siyasi iktidarlar, her zaman olduğundan daha müdahaleci bir üslup geliştirmek ve tavır almak durumundadır. İkinci olarak zaten kendisi büyük ölçüde modernlik öncesi bir zihniyete ve algılamaya dayanmaktadır. Modernleş(tir)me kararı nihayetinde ekonomi-politik bir özellik değil, hikmet-i hükümet geleneğini takip eden siyasi bir akıl yürütmenin aldığı karara dayanacaktır. Dolayısıyla ortada bir özne boşluğu sorunu vardır. Özne tektir ve safi politiktir. Bununla modernizasyon girişimlerinin sosyal destek anlamında tutunumsuz olduğunu söylemek istemiyoruz. Tutunumu özellikle yavaş yavaş şekillenen ve orta-sınıflara tekabül eden modern profesyonel dünyada kısmen vardır ama sadece kültürel bir temele oturur. Demek ki, modernleşme tecrübelerinin içerdiği özne boşluğu, ekonomi-politiğin yerine politik-kültürel olanı ikame etmektedir. Daha aşağıya doğru gidildiğinde kültürel bağlılıklar ya gevşemekte ya da yok olmaktadır.

Modern dünyada ekonomi-politik yapıları tamamlayan ve kapitalizmin kâr maksimizasyonu ile eşleştiren olgu militarizmdir. Dolayısıyla ekonomi-politik, özellikle sınai aşamadan sonra karşımıza militarist ekonomi-politik olarak çıkmaktadır. Merkezden çeperlere doğru militerlik başka türlü tezahür eder. İlk olarak boşlukları doldurmaya matuf bir seçenek olarak, kendisi de kültürelleşerek sahneye çıkmıştır. Artık terkip tamamlanmıştır. Militer ekonomi-politik yapılar karşısında politik-kültürel-militer yapılanmalar. Hakim dünyada, politika ekonomikleşip, ekonomi politikleşirken ve bu bağlar militerliğe taşınırken; bağımlı dünyada politika kültürelleşmekte, kültür politikleşmekte; politika militerleşmekte, militerlik, politikleşip kültürelleşmektedir. Bu ilişkileri en açık bir şekilde gözlemleyebileceğimiz alan ideolojik alandır. Ekonomi-politik temellerde gelişen ideolojiler, dünyanın çeperlerinde alabildiğine kültürelleşmektedir. Özellikle de çeper dünyada gelişen ve politik-ideolojik söylemin örttüğü kültür davalarını içine alan sözde "sol" ideolojilerde bunu gözlemekteyiz.

KİM, NE KADAR VE NE ŞEKİLDE TÜKETMEYİ HAK EDİYOR?

Yeni kapitalizm, ekonomi-politik dünyayı merkez ülkelerde ve toplumlarda kültürelleştirdi. Yani bir bakıma çeper ülkelerde zaten veri olan dinamiklerin bir benzerini ortaya çıkardı. Bunu, tarihsel bir tuhaflık olarak değerlendirmek ve merkezin çeperleşmesi olarak tanımlamak yanlış olmayacaktır. Neden böyle oldu? Bunun ardındaki saik, kapitalizmin büyük nüfusları hem maddi hem de zihni anlamda göreli olarak palazlandırıp müşterileştiren, yani tüketime koşan etkileriyle alakalıdır. 1970'lerde orta sınıfları, giderek daha aşağı nüfusları içine alan bir müşterileştirme ağıdır bu. Ekonomi ile politikanın üretkenlikte odaklaşan eşleşmesinden doğan bir paradigmayı çözer ve kültürel ile politik olanın tüketimde odaklaşan eşlenmesini öngören bir baskı yaratır. Yanıltıcı olan kültürel olarak tanımlanan dünyaların kendi saflığı ile sunumlanması ve politikleştirilmesidir. Buradaki ilişki saf olarak politik-kültürel ilişkisi değildir oysa. Bu dünyada kültürün kıymetlenmesi endüstriyel olarak tüketim ağı içindeki hangi mertebede olduğuna bağlıdır. Burada kültürel olanın tayin edici işlevi, tüketim normuna dönüşme kapasitesi -bu da genellikle hayat tarzı gibi muğlak bir ifadeyle geçiştirilir- sağlamasıyla ilişkilidir. Yüksek derecede duygusal hararetler içeren bir süreçtir bu ve bir zamanlar üretim yarışında dile gelen kapitalist rekabetçi psikozun, tüketim alanına taşınmasını ifade eder.

Türkiye'de politik gündemin 1980'ler sonrası kültürelleşmesi, zaten gizil olarak yaşanan ilişkilerin yeni dünya dönemselliği içinde çarpan etkisiyle açığa çıkmasını ifade eder. Gerilim, müşterileştirme ağının yaygınlaşması bağlamında ve yeni tüketim normlarının paylaşımında ortaya çıkıyor. Politik söylem bunu sadece örtüyor. Söylemi kazıdığınız zaman, altından kapitalist rekabetçi psikoz çıkacaktır. Bu psikoz bize bütün hunharlığıyla "Kim, ne kadar ve ne şekilde tüketmeyi hak ediyor?" sorusunu sorduruyor. Tüketerek elde edilen ayrıcalıkların sakınılmasından doğan bir savunma refleksi ile yoksunluk duygularının kamçıladığı takıntılı bir müdahil olma hakkının kızıştırdığı bir sahne bu. Daha açık söylersek, "üreterek adam olma" iddiasını kaybetmiş bir kurucu ilke ile, "bir lokma bir hırka" şiarındaki kanaatkarlığını yitiren büyük nüfusların kavgası. Politik-kültürel ve militer bağları bu gözle yeniden ele almak zihin açıcı olmaz mı? 
Prof. Dr. SÜLEYMAN SEYFİ ÖĞÜN

Kaynak: Zaman