Oktay Ekşi'nin başkanlığını yürüttüğü Basın Konseyi gerçekten de çok güzel bir konseymiş!
Sağ olsunlar, üşenmediler de, onca işleri arasında vakit harcayıp, beni ve gazetemi oy çokluğuyla 'uyarmaya' karar verdiler.
Memleketin basın ahlakı, Basın Konseyi Yüksek Kurulu sayesinde ayakta duruyor. Allah eksikliklerini vermesin. (Bu konseyin yüksek kurulu böyleyse, yüksek olmayan kurulu nasıldır acaba?)
'Uyarma' yetmez, şu adamı bir güzel 'kınayalım' da, dünyanın kaç bucak olduğunu anlasın, demeye getiren üyelerine rağmen, belli ki; merhamet ederek, şimdilik 'uyarmayla' yetinmişler.
'Uyarılmayla' yırtmışım. Ya 'kınanmış' olsaydım, ne yapardım?
Toplum içinde 'kınanmış' olarak dolaşmaktansa, 'uyarılmış' olmayı kim yeğlemez?
Mesela, “Açılın şöyle, arkadaş uyarılmış, geliyor!” durumu, hiç de fena sayılmaz.
Kınanmak öyle mi ya?!
Halk arasında 'kınanmış' vaziyette dolaşmak, başını omzuna gömerek kös, kös yürümek, ne feci bir şey!
Ayrıca, yüzde 46,6 oranında AK Parti'yi tercih eden seçmene, “Allah cezanızı versin…” diyerek beddua eden, “Bidon kafa” veya “Göbeğini kaşıyan adam” ifadesiyle hakaret eden köşe yazarlarını 'uyarmadıklarına' göre, demek ki; 'uyarılmak', hepten kötü bir şey olmasa gerek.
Bana gösterdikleri bu özel 'alakadan' dolayı bu güzide konseyin pek sayın üyelerine ne kadar teşekkür etsem azdır.
Mesele ne mi?
Şu 'eşşek' meselesi yahu!
Hani, bana 'cevap hakkı' lütfettikleri evrak-ı şahanelerine, “Equus asinus dâvâsı” ve “Yüzyılın en komik dâvâsı” adlı peşi sıra iki yazı ile karşılık vermiştim ya, o işte.
Hiç kusura bakmasınlar; evvela, o yazıları fehmetmeye çalışsınlar, ondan sonra konuşuruz. (Böylesi bir 'maden' bulmuşken, mevzuyu kitaplık çapta mı ele alırım, konuya uygun eşşek belgeseli mi yaparım, duruma göre bakarız artık.)
Lakin, bu kadarı kâfi; yazımızın başlığını daha fazla ofsayda düşürmeye hiç niyetim yok.
Diderot, büyük bir maharetle, oyuncu ile komedyeni birbirinden ayırır. Gönlünü de komedyenden yana düşürür.
Üstad, “Paradoxe sur Le comédien”de; oyuncu oynadığı karaktere bürünürken, komedyen oynadığı rolü özümser, der. Ve, komedyenin özümseme halini, kişilik 'silinmesine' vardırdığına hükmeder.
Madem, “Teşbihte hata olmaz.” diye bir galat-ı meşhur var; oyuncu ve komedyen 'ekseninde', Sayın Ertuğrul Özkök ile Emin Çölaşan'ı ele almanın sakıncası yok demektir.
Dahası, Sayın Çölaşan'ın Hürriyet'ten kovulması hadisesini anlamamıza yardımcı olabilir bu.
Oyuncu, oynadığı karakterle arasına bir mesafe, bir farklılık koymayı bilen adamdır. Dün darbeciyi oynuyorsa, bugün, rolü gereği, demokrat 'olmayı' da bilir.
Hiçbir role mahkum değildir o.
Oynamayı düşündüğü role uygun derecede kıvrak, esnek ve mafsalları gevşektir.
Tam da, “Devir değişti e tabi Çelik de değişti.” vaziyetini terennüm ettirir.
Hülasa, oyuncu (komedyenin aksine), asla duygusal olmaz; bir role takılıp / kaptırıp kalmaz.
Bir oyuncunun büyüklüğü de, onun akıllı ve soğukkanlı olmasıyla ölçülür. Bana inanmayanlar, büyük aktör Marcello Mastroianni'nin, “Hatırlıyorum” una bakabilirler.
Halbuki, komedyen, koşulların değişmesine doğru dürüst ayak uyduramaz bile. O, canlandırdığı karakterde kendisini yok der. Bunun için de trajiktir.
Oyuncular her oyuna ayak uydurmakta mahir olduklarından kalıcıdırlar. Komedyenler ise, işi veya fonksiyonları bittiğinde kolaylıkla kovulabilirler.
Siz bakmayın komedyenlerin celadetli, cerbezeli olduklarına. Genellikle duygusal, hatta içine kapanık insanlardır.
Duygusal olmaları da, ortopedik olmalarına engeldir. Değişen çevre koşullarına ayak uydurmayı bilmezler.
Uzun lafın kısası; Özkök ne kadar oyuncu ise, Çölaşan da o kadar komedyendir.
Kaynak: Yeni Şafak