Büyükanıt Genelkurmay Başkanı idi ve o rütbe ve üniformayla, elinde henüz kimsenin hesabını sormadığı muhtırayla durmadan siyasete karışıp dururken, önemli bir konuşma yapmıştı.
Pakistan'da "teröristlerin eline geçebilecek nükleer kapasite"ye dikkat çekip bu yöndeki uluslararası (Amerikan) çabaya katılmak gerektiğini ima etmişti.
"Kızım sana Pakistan diyorum, sen Afganistan anla" başlıklı yazıyla, o müdahale alanının esasta Afganistan olduğunu, kamuoyunun (AKP çoğunluğunun da) karşı olduğu, ek asker, muharip güç taleplerine mahcup bir ortam hazırlandığını düşünmüştüm.
O an geldi.
Türkiye, Afganistan'da zaten "askeri olarak" mevcut! Irak'ta fiilen yok ama orada da resmen işgalci "koalisyon ortağı" statüsünde.
Ne şiş ne kebap ile hükümet bugüne kadar "başarıyla" geldi. Obama Usta şimdi kebap istiyor.
Ya askerinizi şişe takıp vereceksiniz yahut hakikaten haysiyetli ve net cevap vereceksiniz.
Siyah adam, hem de elinde Nobel Barış Ödülü, beyaz bir savaşı büyütmek istiyorsa... Ya yokuz diye rest çekecek ya da varız deyip askerinizi ocakbaşına sunacaksınız.

*

Aslında düşüncemiz sıkıştı.
"Daha çok asker vermek, muharip sunmak" ile bunun reddi arasına sıkıştı.
Aslında bu, düşüncenin, insanlığın, vicdanın, tarihin bir rezaleti.
"Başka bir ülke"nin işgaline, bombardımanına ses çıkarmadan hiç...
"Ama ben savaşan asker vermedim" demekle avunulan bir ikiyüzlülük hali.
Tabii ki "Taliban"dan hoşlanmak gerekmiyor; ama dünyanın en büyük uyuşturucu tarlası, onca yoksulluğuyla bir boru hattı güzergâhı olmaktan başka hayat biçilemeyen bir ülkenin tek kaderi "kurtarıcıları tarafından" da bombalanmak mıdır?

*

Şimdi:
1. "Biz", öyle ya, Biz, neye itiraz edeceğiz?
2. Daha fazla asker talebine mi?
3. Daha fazla askerin bir kısmının savaş bölgelerine yollanmasına mı?
4. Batılı bir işgalin ilanihaye sürdürülmesine mi?
Sıvışmaya mı uğraşacağız; ABD'yi küstürmeden; yoksa ders kitapları her satırda "bağımsızlık, istiklal, işgale karşı olmak" yazan, tabii tarihi boyunca bu açılardan utançla da dolan bir ülke namına, "esas işgaller bitsin" mi diyeceğiz?

*

Haysiyet...
Sapına kadar mı?..
Kapıya kadar mı?

Acıyı hissetmek

POLONYALI yönetmen Kieslowski'nin, filmlerinin ana teması üstüne bir konuşmasını izlemiştim.
Mealen dediği şuydu:
Etnik, milli, dini kökeni, kimliği ne olursa olsun; hemen her insan diş ağrısını aynı biçimde hisseder. Aynı acıyı çeker.
(Tedavi imkânlarının farklılığını hesaba katmazsak tabii.)
Mesele, bunun farkında olmaktır.
Başkasının çektiği o acının ilgisine, bilgisine, farkındalığına, aynılığına, insaniliğine, merakına sahip olmaktır.
(Yönetmen özellikle, benzer isimler ve görünümlerle, iki farklı ülkede, birbirinden habersiz, birbiriyle ilgisiz iki genç kadının, "birer ikiz gibi" birbirlerinin acısını hissedebildikleri filmi üstüne söylemiş olmalı: "Veronique'in ikili hayatı".)

*

İnsanlar ideallerine, nasıl mutlu olmak istediklerine dair "anlaşmazlık" içinde kalabilir...
Çelişki, çatışma, mücadele, uzlaşma, tekâmül bunların sonucudur zaten.
Lakin, "acı"; ortaklık hissine en yakın, en uygun insan halidir.
İnsanın bedeniyle, ruhuyla, zihniyle sıkıştığı, az ya da çok derin diplere doğru sürüklenişidir.
Bir insan, tam karşısındakinde, en karşıtında dahi, "acı"da kendi çaresizliğini, kendi muhtaçlığını, kendi çıplaklığını görebilir... isterse.
Bu, "iyimserlik" hülyalarının telkini "empati"den farklı bir şeydir.
Çünkü, sadece "kendini başkasının yerine koyup onu anlama" çabası değil; kendi acında da ötekileri hissedebilme, başkasını da kendi yerine koyup esas kendini sarsmaya ve daha iyi anlamaya dair vicdan kalkışmasıdır.

Kaynak: Habertürk