Bir yanda takip ettiğim kadarıyla adam gibi adam diyebileceğim bir senarist; bir yanda dramatik yapısı gecekondu sağlamlığında bir film var.
Bir yanda iyi niyetli bir yapımcı; bir yanda 'film sanatı'nın gerçekleri var.
Bir yanda mütevazı, samimi ve entelektüel bir yönetmen; bir yanda (maalesef) 'olmamış' bir 'iş' var.
Bir yanda Türk filmlerine göstermemiz gereken hoşgörü ve ihtimam; bir yanda 'film dili'nin vazgeçilmez 'kuralları' var…
Yazsam bir türlü, yazmasam bir türlü!
Ne yapsam?
"O… Çocukları" hakkında konuşmamak da bir yöntem olabilirdi ama dünkü yazımızda ağzımızdan kaçtı bir kere, sözümüzü yerine getirmemek olmaz.
Böylesi ikircikli durumlarda aklıma nedense, ilkokul yıllarında, TÜBİTAK marifeti Bilim ve Teknik dergilerinden birinde okuyup hafızama kaydettiğim Mark Twain'in sözü gelir:
"Cennet ve cehennemle ilgili ileri geri laf söylemek istemem. Çünkü ikisinde de dostlarım var."
Gelgelelim, mezkur 'nüktenin' tam aksine, dostlarımızın hatırı için cennet ve cehennemle ilgili alabildiğine konuşmak gerek.
İyi şeyler yapmak için, iyi niyetli olmak yetmiyor ne yazık ki!
Çünkü bir tenor boğazını temizledi diye kimse onu alkışlamaz.
Tamam, Türk filmlerini destekleyelim.
Atıf Yılmaz ustamız "Söylemek Güzeldir" kitabında anlatır: Bush, sinema salonlarımızda gösterilecek Amerikan filmlerinin yüzde 75'den az olmamasını Turgut Özal'dan ister.
Tek başına bu bile, 'sinemamızı' desteklememizi gerektirir.
Lakin Türk filmlerini desteklemek, hakikatin hatırını dostun hatırından üstün tutarak rüşvet-i kelam etmek demek değildir…
O… Çocukları", 12 Eylül darbesinin ardından sürek avına çıkan rejimin tasallutundan kurtulabilmek maksadıyla, bir hayat kadınının evine emanet etmek zorunda kaldığı çocuğunu, İtalya'ya kaçtıktan sonra yanına aldırabilmek için mücadele veren bir annenin dramı ekseninde, burjuva ahlakından, törelere kadar bir yığın toplumsal eleştiriyi anlatmaya "çalışan" bir film.
"Çalışan" diyorum, çünkü bir şeyi "film dili"yle anlatmak başka, hazır film yapmışken söylenmedik bir şey kalmasın 'gayreti' başka şey.
Bak işte bu söz müthiş, uygun bir sahne bulup yerleştirelim; aman ha, şunu da unutmayalım; bu diyaloga herkes bayılır, sakın ihmal etmeyelim…
Töre cinayeti sahneleri gibi tutarsızlıklar mesele değil; bizim seyircimiz acıklı sahneleri çok sever; elimizi korkak alıştırmayalım…
Hayat kadını böyle konuşur; meme muhabbetinden fanfinfon lakırdılarına kadar gerçekçilikten taviz vermeyelim ama, o kadar da değil; "şeye" de "şey" diyelim…
Biraz işkence, biraz cinsellik, paraşütle inen tuhaf bir aşk ve göz kararı bir hüznün yanı sıra, pencere önü hasret ekleyelim…
Cyrano de Bergerac'da, Roxane'a hava atmak için Cyrano'nun revnaklı sözlerine 'playback' yapan Christian'a benzer şekilde, bizim bacaksıza da, Ferdi Tayfur çığıran ufaklığa 'playback' yaptıralım…
Maksat çeşit olsun, çeşit olmazsa ziyanı yok; komiklik olur.
Bir de, burjuva ahlakını eleştirirken retoriğimiz kısa devre yapmasın; hayat kadınımız balıkların suyundan bahsederken anında filozof olsun ki, Bertold Brecht, Flüchtlingsgesprache'de Kalle'ye ne söylettirmişse, aynı şeyleri ona da söylettirelim…
Anlayacağınız tiratlar, beylik replikler, sitcom tadında lafazanlıklardan mürekkep çok pencereli bir "bina" kurulmuş ama hiçbir pencere ne doğru dürüst açılıyor, ne de birbirine bakıyor.
Hülasa, her şey var, "cereyan" yok.
"Cereyan" olmayınca da, sahneler arasında irtibat kurabilmek için içlerinden uygun bir "konu" geçirmek gerekiyor; lakin çamaşır ipi fonksiyonu icra eden bir konuya da final bulmak zor oluyor tabii…
İşin aslı ne biliyor musunuz?
Baştan beri söylediğim ne varsa hepsi yalan.
Kıskançlığımdan filme bok atıyorum.
"O… Çocukları" acayip güzel bir film; hatta Türk sinemasının başyapıtı.
İzleyelim, izlettirelim.
Ha, bu arada, Muro'nun bizim veletlerin ağzına pelesenk olan o sözü neydi yahu?
"Lanet olsun benim içimdeki bu insan sevgisine…" miydi?
Kaynak: Yeni Şafak