Türkiye, birbirinden farklı gibi görünse de birbiriyle çok ilintili üç konuyu tartışıyor.
Birincisi Mustafa filminin vizyona girmesiyle başlayan Atatürk tartışması, ikincisi Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül'ün Belçika'da nüfus mübadelesiyle ilgili olarak yaptığı konuşma, üçüncüsü de Ergenekon davası. Rejimi koruma adı altında oluşturulan bu çetenin PKK dahil birçok terör örgütüyle iç içe yapılar olduğunun gün yüzüne çıkması. Farklı gibi görünen bu üç konu aslında birbirinin öylesine içinde ve birbirini öylesine tamamlıyor ki; bunları ayrı düşünmek imkânsız.
Biliyorsunuz, Ermeni tehciri millî devlet düşüncesinden çok önce başlamıştı. Türkiye daha Birinci Dünya Savaşı'nın içindeyken ve savaşın sonuçlanmasına daha 3 yıl varken uygulamaya konulmuş, Anadolu'nun doğusu gayrimüslim unsurlardan arındırılmaya başlanmıştı. Ruslarla işbirliği içine girip, onların yanında savaşa dâhil olan Ermenilerin bu göç ettirilmede çok büyük günahı vardı. İttihat Terakki, bu gerekçeyle bütün Ermenileri güneye doğru göçe zorlamıştı. Ama güneye öyle bir göç ki; Ermeniler aynı enlem üzerinde bulunan Çukurova'dan alınıp Halep'e sürülmüşlerdi. Aralarında birkaç yüz km uzaklık vardı. Üstelik Halep, o dönemde Osmanlı toprakları içindeydi. Hani biraz komplo teorisi gibi gelebilir ama sanki İttihat Terakki, Halep'i, Beyrut'u, Şam'ı kafasından silmiş, Anadolu'da gayrimüslim unsurlardan arındırılmış bir toprak parçası oluşturmaya çalışıyordu. Oysa savaşın bitmesine, Osmanlı'nın yenilmiş kabul edilmesine daha üç yıl vardı.
Mustafa Kemal aslında İttihat Terakki'nin başladığı bir projeyi devam ettirerek din, dil, ırk olarak karmakarışık bir coğrafyada millî devlet kurma çalışmalarını yürüttü. Doğu'daki Ermeniler güneye gönderilmiş ve gerçekten de Halep, Şam, Lazkiye, Beyrut elimizden çıkmıştı. Batı'daki Ermeniler de nüfus mübadelesiyle Yunanistan'a gönderildi. Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra Osmanlı parçalanmış ve bu parçalanmaya uygun olarak da millî devletler oluşturulmuştu. Osmanlı'nın, Almanya'nın yardımıyla İngiliz ve Fransızlar tarafından parçalanmasından sonra bu devlette yaşayan her millete ayrı bir devlet kurdurdular. Bu parçalanmışlığın devam edebilmesi için de ne pahasına olursa olsun millî devlet fikrinden vazgeçilmeyecekti.
Mustafa Kemal liderliğinde Kurtuluş Savaşı'ndan çıkan Türkiye, savaştan sonra borçları hariç Osmanlı'nın bütün manevî mirasından vazgeçti. Ne Hindistan Müslümanları ne de büyük petrol yataklarının üzerinde bulunan Arap coğrafyası bizim ilgi alanımız değildi artık. Ne birkaç yıl önce kaybettiğimiz Balkanlar ne de yeryüzündeki bütün Müslümanların iki dudağına baktığı hilafet bizi ilgilendiriyordu. Biz Kapıkule ve Habur arasına kilitlenmiş bir ülkeydik artık. Dışarıda yani Balkanlar'da kalanlarımızın bir kısmını içeri almış, buradaki gayrimüslimlerin önemli bir kısmını da dışarı çıkarmıştık.
Bütün manevî yapılardan arındırılmış bu ülkeye bir çimento lazımdı. 'Mustafa' işte orada üretildi. Tartışılmaz, eleştirilmez, yasalarla koruma altında, kutsallaştırılmış bir adam bu ülkeyi birlik ve beraberlik içinde tutacaktı. Başka çare de yoktu. Onun için Mustafa Kemal, korkmaz, insanî hiçbir eksiği olamaz, tartışılmaz, tartışılması teklif dahi edilemezdi. Aslında bu, Cumhuriyet'in ilk yıllarında böyle değildi. Daha sonra özellikle de 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül, 28 Şubat darbecilerinin her birinin yeni bir şey eklediği, gerçekliğini çoktan yitirmiş bir simülasyonuydu aslında.
Daha sonra aynı çevreler, Atatürk'ün arkasına saklanarak kurdukları bu sistemi korumak için yasadışı örgütlenmeler oluşturdular. Siz buna ister gayri nizami harp deyin, ister rutin dışı uygulamalar deyin, gücünü yasalardan almayan bir oluşumdu bu. Rejimi koruma adı altında sürekli düşman ve gerginlik üreten bu yapı, Türkiye'nin başını kaldırmasına asla müsaade etmedi.
Bu derin devletin ismine bugünlerde Ergenekon diyorlar. Bunun en büyük görevi Türkiye'nin başını kaldırmasını, gerçek kimliğine dönüşmesini önlemek. Ergenekon davası deyip geçmeyin lütfen.
Kaynak: Zaman