Pepe Escobar
Mısır’da Luksor’daki bir yeraltı tapınağında üç mumya bulundu. Tercüme edilen hiyerogliflerde mumyaların Medeniyetler Çatışması, Tarihin Sonu ve İslamofobi oldukları tespit edildi. Mumyalanmadan evvel 20. Yüzyılın ikinci on yılına kadar Batı bölgelerine hâkim olmuşlardı.
İşin bu kısmı halledildi. Ortadoğu, onlar olmaksızın, yeni bir şekilde anlaşılması gereken yepyeni bir dünya. Evvelce can çekişen istikrar ülkesi Mısır, ki Washington’da her kim olursa olsun can ciğer kuzu sarması olmuştur, Ortadoğu’nun yeni Büyük Oyunu’na savruldu. Soru şu: Mısırın ve Ocak-Şubat aylarında sarsıcı, şiddet dışı gösteriler için sokaklara dökülen milyonlarca Mısırlıların kaderi ne olacak?
Söylemesi zor tabi zira gölge oyunu bir kural; ve kuralın gerçeklerini ayırt etmek zor. “Siyasetin” onlarca yıl “ordu” anlamına geldiği bir ülkede “demokrasiye geçişi” güya koordine eden kilit şahsiyetin Firavun Hüsnü Mübarek’in atadığı Yüksek Askeri Konsey üyesi Mareşal Muhammed Hüseyin Tantavi olduğunu kaydedelim. Halk baskısı hiç değilse Tantavi’nin askeri cuntasını geçiş dönemi başbakanı olarak Tahrir Meydanı dostu eski ulaştırma bakanı Essam Şeref’i atamaya mecbur etti.
Unutmayın, Mübarek döneminin nefret edilen olağanüstü hal kanunları – Mısır’daki ayaklanmayı teşvik eden unsurlardan biridir – halen yürürlükte ve ülke aydınları, siyasi partiler, sendikalar ve medya, hepsi de bir karşı devrimden korkuyorlar. Aynı zamanda, fırsatçıların Tahrir Meydanı devrimini ele geçirmeyeceklerinde veya isim değişikliğine gidemeyeceklerinde ısrar ediyorlar. Ülkedeki psikolojik Korku Duvarı çöktüğünde Liberalizm, sekülerizm ve İslamcılık arasında bölünme çözüldüğünden dolayı hukukçular, doktorlar, tekstil işçileri – yani sivil toplum yelpazesi – bir hususta mutabık: Bir teokrasiye veya askeri diktatörlüğe razı olmayacaklar. Tam demokrasi istiyorlar.
Bunun zımnen ifade ettiği şeylerin Batılı diplomatik çevreleri titretmesine şaşırmayın. Seçilmiş sivil bir hükümete karşı az da olsa hesap veren bir Mısır ordusu İsrail’in Gazzeli Filistinlileri kuşatmasına veya CIA’nin terör zanlılarını Mısır hapishanelerine atmasına yahut da İsrail-Filistin barış süreci denilen ucube maskaralığa körü körüne iştirak etmeyecektir.
Ayrıca, halledilmesi gereken pek çok sıkıcı mesele var. Mesela Eylül seçimlerine doğru Ordu yönetiminde ilerleyen geçiş süreci, ekonomik göstergeleri nasıl etkileyecek? Mısır’ın ithalat faturası 2009 yılında 56 milyar dolar iken ihracatı sadece 29 milyar dolardı. Turizm, dış yardım ve borçlanma yoluyla aradaki boşluk kapandı. Ayaklanma, turizmi bunalıma soktu ve gelecek aylarda kimin, ne tür borç ve yardım vereceğini bilen yok.
Bu arada, ülke, halkı yarı aç yarı tok da olsa beslemek için 2011 yılında en az 10 milyon ton (eğer fiyatlar yükselmeye devam etmezse 3,3 milyar dolarlık) tahıl ithal etmek zorunda. Mübarek’in bayağı mirâsının küçük bir parçasıdır bu; günde 2 dolardan daha az bir gelirle yaşayan 40 milyon Mısırlının yani nüfusun yarısının da içinde bulunduğu bu mirâstan bir gecede kurtulunmaz.
Ortadoğu ve Kuzey Afrika’daki (kısaltması: ORKA) barışçıl devrimlerin silindir gibi üzerinden geçtiği Washington ve yaşlanan Avrupa Kalesi, korku dolu ve kafa bulanıklığı içerisinde debeleniyor. Ortadoğu’yu açıklamak için onlarca senedir kullanılagelen kültürel şablonların nasıl olup da kayıplara karışmayı başardığını Kuzey Afrika’daki toz duman durulduktan sonra bile anlayacakları şüphelidir.
20111 Büyük Arap Devrimi’yle ilgili en sevdiğim sözler Tunuslu Sarhan Duib’e aittir: “Bu devrimler, Bush’un Arap dünyasını şiddet kullanarak demokratikleştirme niyetine bir cevaptır.”
Kiralık veya satılık modeller
TESEV yedi Arap ülkesi ve İran’da yapılmış bir kamuoyu araştırmasının sonuçlarını 3 Şubat’ta açıkladı. Katılımcıların yüzde 66’sı Ortadoğu için ideal model olarak İran’ı değil Türkiye’yi görüyor. Le Monde’dan Financial Times’a kadar medya kalabalığı hemfikir şimdi. Neticede Türkiye câmi ve devlet ayrımının hüküm sürdüğü, çoğunluğu Müslüman bir ülke, işleyen bir demokrasidir.
Oxford’daki yıldız âlim Tarık Ramazan, Müslüman Kardeşlerin kurucusu Hasan el Benna’nın torunudur, “Türk tarzını” “bir ilham kaynağı” olarak gördüğünü söyledi. Türk Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu Şubat ayı sonlarında yeni Türkiye’nin emellerini güç bela gizleyen aşırı bir tevazûyla, ülkesinin Ortadoğu için bir model olmak istemediğinde ısrar edip “ama ilham kaynağı olabiliriz” diyerek Tarık Ramazan’a katıldı.
Mısırlı Marksist ekonomist Samir Amin – gelişmekte olan dünyada saygı duyulan bir isimdir – Türklerin, Mısırlıların ve diğerlerinin ümidi her ne olursa olsun, Mısır’ın kaderi hakkında Washington’ın başka bir fikri olduğundan şüphelendiğini söyledi. Samir Amin, Washington’ın Türk modeli değil Pakistan modeli yani İslami iktidar ve askeri diktatörlük karması bir model istediğine inanıyor. Amin, “Mısır halkı artık iyice politize olduğundan dolayı” bu modelin tutmayacağına kani.
Türkiye’de 1950’lerde başlayan gerçek demokratikleşme süreci, uzun bir yol olduğunu ispatladı. Ama dönemsel askeri darbelere ve Türk ordusunun devam eden siyasi gücüne rağmen, seçimler serbestçe yapılmayı sürdürdü. Şu an iktidarda olan Adalet ve Kalkınma Partisi 2001 yılı Ağustos ayında Müslüman Kardeşlerinkine benzer daha muhafazakâr İslamcı bir grup olan Refah Partisi’nin eski üyelerince kuruldu.
AK Parti yumuşadıkça, İslamcıların iş dünyası ve Avrupa Birliği yanlısı kanadı merkez siyasetçilerle karıştı ve en nihayet 2002’de iktidara geldi. 1920’lerden beri gücü elinde bulunduran ordunun ve İstanbul merkezli geleneksel laik seçkinlerin boğucu elleri işte ancak bundan sonra yavaşça gevşetilmeye başlandı.
AK Parti, 1924’te Mustafa Kemal Atatürk’ün getirdiği laik sistemi parçalama rüyası görmedi. Atatürk’ün yerleştirdiği medeni hukuk İsviçre’den alınmıştı. Ülke ağırlıklı olarak Müslüman ama halkı Humeyni İran’ı gibi dinin kılavuzluk ettiği bir sistemden hazzetmeyecektir.
AK Parti, Avrupa’daki 1950 sonrası Hıristiyan Demokratların muadili olarak görülmelidir –dinamik, iş-ticaret odaklı, dini kökenli muhafazakârlar. Mısır’da, Müslüman Kardeşlerin ılımlı kanadı ile AK Parti arasında pek çok benzerlikler var ve ilham için AK Partiye bakmaktadırlar. Yeni Mısır’da, en nihayet meşru bir siyasi parti olacaklar ve çoğu uzman, yeni dönemin ilk seçimlerinde yüzde 25-30 arası oy alacaklarına inanıyor.
Her yol Tahrir’e çıkar
Türk eleştirmenler – genelde Batı yönelimli teknik ve idâri bir kasttır – İslam ve demokrasinin örtüştüğü modelin başarılı bir pazarlama dalaveresi olduğu, daha kötüsü, Rusya’nın Ortadoğulu versiyonu olduğu suçlamasını yapıyorlar. Her şeyden evvel ordu, devletin laik vasfının garantörü olarak perde gerisinde orantısız bir güç kullanmaktadır. Ülkedeki Kürt azınlık ise (Hıristiyanlara ve Kürtlere daha fazla haklar veren anayasa değişikliklerine Eylül 2010’da yapılan referandumda evet dediler ama) sisteme gerçekte entegre edilmiş değillerdir.
2006’da Nobel Edebiyat Ödülü alan Orhan Pamuk, muhteşem Osmanlı geçmişi olan Türkiye’nin hiçbir dünya gücü tarafından sömürgeleştirilemediğini, dolayısıyla da Ortadoğu ve Kuzey Afrika’nın büyük bir kısmında “Batıyı yüceltmenin” veya “Batıyı taklit etmenin” Frantz Fanon veya Edward Said’in tanımladığı küçümseyici çağrışımlarının bulunmadığını kaydediyor.
2002’de Türkiye’nin askerden arındırılmış demokrasi yolu ile Mısır’ın genç göstericilerinin ve yeni doğan siyasi partilerinin önündeki yol arasında büyük farklılıklar var. Türkiye’deki kilit aktörler iş dünyasındaki İslamcılar, muhafazakârlar, yeni-liberaller ve sağcı ulusçulardır. Mısır’da ise İşçi yanlısı İslamcılar, solcular, liberaller ve sol ulusalcılardır.
Tahrir Meydanı devrimi esasen iki gençlik grubu tarafından başlatıldı: 6 Nisan Gençlik Hareketi (grevlerde işçilerle dayanışma içine girmişlerdir) ve Hepimiz Halid Saidiz (polisin gaddarlığına karşı seferber etmiştir). Daha sonra Müslüman Kardeşler eylemcileri – ve çok önemlidir – örgütlü emek, IMF’nin “yapısal ayarlamalar” zehrinden çok çekmiş işçi (ve işsiz) kitleler de onlara katıldı (Bir IMF heyeti Nisan 2010’da Kahire’yi ziyaret etmiş ve Mübarek’in kaydettiği ilerlemeleri övmüştü).
Tahrir Meydanı’ndaki devrim, gayet anlaşılabilir bir şekilde gerekli tüm bağlantıları kurmuştur. Acınası derecede düşük ücretleri, kitlesel işsizliği ve -Mübarek’in ahbap çavuşlarının (aynı zamanda müesses askeri nizâmın) kendilerini zenginleştirmelerine fırsat veren bir - yoksullaşmayı birbirine bağlayarak meselenin özüne varmıştır. Er ya da geç kağıtlar açıldığında, ordunun ekonomiyi bu şekilde ve bu denli denetim altında tutuyor olması kaçınılmaz olarak gündeme gelecektir; mesela orduya ait şirketler su, zeytin yağı, çimento, inşaat, otelcilik sektöründe ve petrol sanayisinde voliyi vurmaya devam ediyor; Nil Deltası’nda ve Kızıl Deniz’de büyük arazi parçaları - rejimin istikrarını garanti altına alan “hediyeler” - yine ordunun elindedir.
Batı’daki kilit sektörlerin Mısır’da “güvenli” bir Türk modeli için bastırmalarında şaşılacak bir yön yoktur. Ancak ülkedeki sefâlete bakınca, genç göstericilerin ve onlara destek veren işçi sınıfının Türk tarzı neoliberal, İslamo-demokratik sistem ihtimaliyle yatıştırılmaları bile olası değil. Bu solcu/İslamcı koalisyonu işçi dostu, bağımsız, bihhakın egemen bir demokrasi uğruna çarpışmaktadır. Bu yeni bağımsız manzaranın mevcut statüsko adına nasıl da sarsıcı olabileceğini görmek için Seyfül İslam’ın satın aldığı gibi London School of Economics’ten doktora almaya ihtiyaç yoktur.
Ayna, ayna söyle bana
Yanlış anlamayın: Tahrir Meydanı’ndaki eylemciler Türk sistemini Mısır’da üretmeyi istesinler veya istemesinler, Türkiye Mısır’da ve Arap dünyasında müthiş popüler bir ülkedir. George W. Bush’un Irak’ı işgal için Türk topraklarını kullanma talebini geri çevirerek bağımsızlıklarını tesis ettiklerinden dolayı ülkenin 2003 yılından beri yükselişte olan bölgesel liderliğini pekiştirmek için Ankara siyasetçilerine mükemmel bir tablo sunmaktadır. İsrail komandolarının Özgür Gazze Filosu fiyaskosunda öldürdüğü dokuz kurbandan sekizi Türk çıktığında bu popülarite daha da arttı. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan “kanlı katliamdan” dolayı İsrail’i şiddetle kınadığı anda artık Gazze Kralı’ydı. Mübarek, 2011 cumhurbaşkanlığı seçimlerine katılmayacağını ilan ederek Tahrir Meydanı gösterilerine karşılık verdiğinde Başkan Obama pek bir şey söylemedi; İngiltere eski başbakanı Tony Blair Mısır’ı “aceleyle seçime koşturmama” yönünde zorladı. Erdoğan’a gelince, El Cezire’deki canlı yayında tüm İslam dünyasının gözü önünde Mübarek’e cumhurbaşkanlığından çekilmesini âdeta emretti.
Washington, gönülsüzce ve karmakarışık şekilde de olsa, Mübarek’in sağlam savunucuları İsrail ve S. Arabistan’ın yanında, tarihin yanlış tarafında oyalanırken, bölge siyasetinin akıllıca bir değerlendirmesini yapan Erdoğan kendi kaderlerini çizmek isteyen Mısırlıları desteklemeyi tercih etti. Ve amorti etti.
Mesele Amerika’nın Türkiye’yi “kaybetme” meselesi değildir; bazı eleştirmenlerin itham ettiği gibi Erdoğan yeni-Osmanlı halifesi (o da ne demekse) olma rüyası görüyor da değildir. Burada anlaşılması gereken, yeni bir Türk kavramıdır: Stratejik derinlik. Bunun için bir kitabın kapağını çevirmemiz lazım: “Stratejik Derinlik: Türkiye’nin Uluslararası Konumu.” 2001 yılında İstanbul’da yayınlanan kitabı şu an Dışişleri Bakanı olan Ahmet Davutoğlu Marmara Üniversitesi uluslararası ilişkiler bölümünde hocalık yaptığı zamanda kaleme almıştı.
Davutoğlu bu kitapta – artık iyice yaklaşan – bir geleceğe bakmış ve Türkiye’yi eşmerkezli üç halkanın merkezine yerleştirmişti: 1) Balkanlar, Karadeniz havzası ve Kafkaslar; 2) Ortadoğu ve Doğu Akdeniz; 3) Basra Körfezi, Afrika ve Orta Asya. Türkiye’nin gelecekteki nüfuz alanlarının en az sekiz tane olduğuna henüz 2001 yılında bile inanıyordu: Balkanlar, Karadeniz, Kafkaslar, Hazar, Orta Asya, Basra Körfezi, Ortadoğu ve Akdeniz. Türkiye bugün kilit bir oyuncu ve bu bölgelerin büyük bir çoğunluğunda halklar gözünü gerçekten de Türkiye’ye çevirmiş bir haldeler. Ankara’nın Ortadoğu’da dikkate alınacak bir güç olacağına kâni olan Davutoğlu için fekalâde bir andır bu. Yeterince basit ifade ettiği üzere “burası bizim evimizdir.”
Türkiye’nin “stratejik derinlik” fikrini alın ve 2011 Büyük Arap Devrimiyle birleştirin; Erdoğan’ın sadece Türk modelini Mısır’ın hatta Ortadoğu’nun modeli yapmaya değil aynı zamanda bölge ve Batı arasında müstakbel aracı olarak Mısır’ı sahne gerisine atmaya niçin teşebbüs ettiğini anlayacaksınız. Erdoğan ve Davutoğlu’nun bu yönde ilerledikleri kendilerini Suriye ve İsrail arasında aracı olarak yerleştirmeye çalışmalarından ve İran’a yönelik karmaşık bir siyasi, diplomatik ve ekonomik açılım başlatmalarından bellidir.
Tarihi ironilerden bahsedersek, İran’ın köktenci liderleri kendilerine derin bir husûmet besleyen Mısır rejiminin yok olup gitmesini izlerken, İran’ın Yeşil Hareketi protesto gösterileriyle Tahran’ı aniden sarmaya başladı - tam da Türkiye Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün ülkeyi ziyareti sırasında. Gösterilere (Tahran standartlarına göre) kadife eldivenle muamele edildi zira molla diktatörlüğü, Arap kitle hareketleri için bir numaralı ilham kaynağı olma hususunda kendisini Türk müttefiki karşısında kaybedebileceği bir rekabette buldu.
Java: Kahvenizin yanında Demokrasi ister misiniz?
Şayet Mısırlılar demokrasinin tesisi hakkında ders çıkarmak istiyorsa, Türkiye hiç de tek ilham kaynağı değildir. Örneğin, Latin Amerika’ya bakabilirler. Güney Amerika 500 yıldır ilk kez tam demokratik. Soğuk savaş döneminde Mısır’da olduğu gibi Latin Amerika’da da diktatörler ve askeri düzen hâkimdi. Mesela Brezilya’da askeri diktatörlüğü geride bırakan “yavaş, tedrici ve güvenli” siyasi açılım uygulamada bir on yıl aldı.
Yani sabır gerekir. Aynı şey bir başka model için de geçerlidir: Endonezya. 32 yıl iktidar süren Amerika destekli yaşlı bir diktatör, Şuharto, Kahire’ye yaptığı ziyaretten döndükten sadece birkaç gün sonra istifa etti. Endonezya o vakitler 2011’in Mısır’ına benziyordu: Batı dostu, ağırlıklı olarak müslüman, solcu entelektüelleri ve siyasi İslam’ı ezmiş mega-yolsuz bir askeri diktatörün fakirleştirdiği ve ondan yaka silken bir ulus.
Aradan geçen 13 yıl sonra, Endonezya bugün dünyanın üçüncü büyük demokrasisi ve Güneydoğu Asya’nın en özgürü; seküler bir hükümeti, hızla büyüyen bir ekonomisi var ve ordusu siyaset dışında duruyor.
Hâlâ canlı anılarım var; 1998 Mayıs’ında bir gün başkent Jakarta kelimenin tam anlamıyla yanıyorken, yükselen duman sütunlarında öfke patlaması yaşanırken bisiklete biniyordum. Washington o vakitler müdahale etmemişti; Çin veya ASEAN’ın 10 üyesi de. Endonezyalılar kendi başlarının çaresine baktılar. Geçiş süreci daha önce büyük ölçüde gözardı edilen anayasayı takip etti. (Mısır’da ise anayasanın referandumla değiştirilmesi gerekiyor.) Doğru, Endonezyalılar bir süre Şuharto’nun kendi elleriyle seçtiği başkan yardımcısı B.J.Habib ile birlikte yaşamak zorunda kaldılar (Mübarek’in kendi elleriyle seçtiği “İşkence Şeyhi” meymenetsiz Ömer Süleyman’ın tam aksine cana yakındı o.)
Seçim çalışmaları, seçim kanunlarının değiştirilmesi, meclisteki atanmış vekillerden kurtulmak bir yılı aldı. İlk başkanlık seçiminin yapılması için altı yıl geçmesi gerekti. Ve evet, yolsuzluk halen büyük bir sorun; zenginlik ve hak (bazılarının da dediği gibi, benzer şey ABD için de geçerlidir) konusunda daha kırk fırın ekmek yemek lazım. Ama bugün hukukun üstünlüğü hâkimdir.
Bir İslam devletinin hiç şansı olmadı. Bugün Endonezyalıların sadece yüzde 25’i oylarını İslamcı partilere veriyor; Müslüman Kardeşlerin ideolojisinden olan ama resmi olarak gayri Müslimlere de açık tutulan Refah ve Adalet Partisi, Başkan Yudhoyono’nun kabinesindeki 37 sandalyeden sadece dördünü elinde bulunduruyor ve 2014 yılında yapılacak seçimlerde oyların yüzde 10’nundan fazlasını da ummuyor.
Endonezyalılar ABD’ye yakın duruyor ve Washington, Çin’e karşı ağırlık olması için Endonezya’ya kur yapıyorsa da, Brezilya büyük bir popülaritesi olan Lula da Silva döneminde daha bağımsız bir yol tutturdu (Latin Amerika’nın büyük bir kesimi için de doğrudur bu). Bu süreç yaklaşık 10 yıl aldı ve gelecekteki tarihçiler tarafından Berlin Duvarı’nın yıkılışı kadar önemli görülebilecek bir olaydır.
1989, Doğu Avrupa’da, küresel pazara erişmek isteyen insanların ayaklanma zinciri olarak görülebilir kısmen de olsa. Büyük Arap Devrimine gelince, o daha ziyâde aynı pazarın diktatörlüğüne karşı bir ayaklanmadır. Tunus’tan Bahreyn’e kadar tüm göstericiler sosyal katılım, yeni daha iyi sosyal ve ekonomik sözleşmeler lehine yola düştüler. Latin Amerika’da bu sarsıcı ayaklanmalara müthiş bir sempatiyle ve “biz yaptık, şimdi de onlar yapıyor” hissiyle bakılmasına şaşmamalıdır.
Gelecek elbette ki bilinmiyor fakat on veya yirmi yıl sonra Mısırlıların ve diğer Arap halkların Türk modeline veya Brezilya yahut Endonezya modeline değil de yepyeni bir yola koyulduklarını söyleyebiliriz. Gelecek, Kahire’den Tunus’a, Bingazi’den Manama’ya, Cezayir’den (Allah’ın izniyle) Suud hanedanı sonrası bir Arabistan’a kadar, yeni bir siyasi kültürün icâdına ve yerli ve ümit o ki, yeni ve şaşırtıcı şekillerde demokratik yeni ekonomik sözleşmelere gebe olabilir.
Bu bizi tekrar Türkiye’ye getiriyor. İslam’ın yepyeni, bugünden hiç kimsenin bir ipucuna bile sahip olmadığı, Avrupa’daki din ve siyaset ayrımına benzeyecek şeyin yapıtaşı olması pekâla mümkündür. 1968 ruhuyla, bir Arap Banksy [Banksy, duvar resimleriyle ünlü bir sanatçıdır] bile resmedebiliriz. Boydan boya Arap başkentlerine nakşediyor: “İktidarda Muhayyile”
Kaynak: Tomdispatch
Dünya Bülteni için çeviren: M. Alpaslan Balcı