Çocukluk dönemlerimizde, her Ramazan ayında İstanbul’a Mısır’dan bir takım meşhur hafızların gelip Fatih ve Beyazıt Camileri başta olmak üzere selâtîn camilerinde Kur’ân-ı Kerim tilâvet eylediklerine şahit olurduk. İstanbul’a Mısır’dan Ramazan ayında Hâfız/Kurra gönderilmesi âdeti geçmiş yüzyıllara dayanmaktadır. Hatta Balıkhâne Nâzırı Ali Rıza Bey’in 19. Yüzyıl İstanbul’unu anlattığı “Bir Zamanlar İstanbul Hayatı” adlı eserinde buna dair şöyle bir kayıt mevcuttur:

“ Hidiv (Mısır valisi) İsmail Paşa yetmiş dokuz (1279)/1863 senesi ramazanında İstanbul’da bulunduğu cihetle, Yeni Cami, Bayezîd ve Emirgân camilerinde Mısır’dan sûret-i mahsûsada hâfızlar celbeylediğinden herkes bu camilere şitâbân olurlardı.”

(Ali Rıza Bey, 2001:219)

Bu gelenek, aralıklı olarak da olsa 28 Şubat sürecine kadar devam etti ancak sonradan kesildi. Yanısıra, eskiden Mısır radyosunda, özellikle Mısır’ın Kur’ân radyosunda sıksık bu meşhur hafızların Kur’ân-ı Kerîm kıraatini dinlerdik. Hatta bunların ses kasetleri 70’li yıllardan itibaren piyasada bir hayli rağbet bulmuştu. Bunlar arasında, Mahmud Rif’at, Abdülfettah Şa’şâî, Mustafa İsmail, Halil Huserî, Muhammed Sıddık El-Minşâvî, Antârî ve tabiiki, kürt asıllı Abdülbâsıt Abdüssamed en meşhurlarıydı.1

Eskiden beri gelen bir darb-ı mesel vardır, “Kur’ân-ı Kerîm, Hicaz’da nâzil oldu, Mısır’da okundu, İstanbul’da da yazıldı” diye. Burada Mısır kıraatinin ayrıcalığı vurgulanmaktadır.

Tâ Firavunlar devrine dayanan bir rivâyete göre, Mısır Firavunu, bir gün veziri Hâmân’dan; ülkemin insanlarını nasıl daha kolay idare edip, rahatlıkla hükmederim diye sormuş. Hâmân’da Firavun’a, halkı sürü misali daha kolay idare edebilmesi için, Mısır’da fûl (bakla) ekilip biçilmesini ve halkın bunu çokça yiyip, tüketmeye alıştırılmasını salık vermiş. Nihayet her tarafta fûl ekilmiş ve Mısır halkı fûl yemeğine iyice alışmış. Ve zamanla, Mısırlılar kafatası nisbeten küçük, ama göğüs ve omuzları iri ve geniş bir topluluk haline gelmiş. Göğüs kafesleri geniş hale geldiğinden, daha uzun nefesli hale gelmişler, bu yüzden Mısır’dan çıkan hafızlar daha yumuşak sesli ve daha uzun nefesli olmuşlar. Rivâyet buya, anlatılır durur. Mısır’da günümüzde de fûl (bakla) ülkenin en başta gelen yemek çeşididir ve gerçekten Mısır’lı hafızların bu uzun nefes özelliği dikkat çekmektedir. Hafız Abdülbâsıt ve halen hayatta olan Ebu Medyen bunun en çarpıcı örnekleridir.

Mısır kıraatı İslâm tarihinde sürekli şöhretini korumuştur. Örneğin, ünlü Mağripli seyyah İbn Batûta, seyahatnâmesinde ( Tuhfetu’n-Nuzzâr Fi Garâib-i’l-Emsâr Ve ‘Acâibi’l-Esfâr; تحفة النظّار في غرائب امصار و عجائب الأسفار ) Kırım-Altınordu hanını anlattığı bölümde şöyle bir anekdot kaydeder:

و كان في جملة اصحابی قارئ يقرأ القرآن علی طبقة المصريين بطريقة حسنة و صوت طيّب. فقرأ

“Arkadaşlarım arasında, tıpkı Mısırlılar gibi güzel bir ses ve kıraat usulü üzere Kur’ân-ı Kerîm okuyan bir hâfız vardı. Burada (Altınordu Han’ının sarayında) Kur’ân okudu.”

(İbn Batûta, Rihle/Tuhfetu’n-Nuzzâr, 1996:342)

Yüzyıllara dayanan Mısır kıraat ve usulü ile Kur’ân-ı Kerîm okuma şekli ve Mısırlı hafızlar günümüze değin şöhretini korumuştu.

Ancak bu köklü geleneğin son yıllarda ortadan kalkmaya başladığı gözlenmektedir. Mısır’da Muhammed Abduh’un, Ezher Şeyhliği devrinden başlayarak, modernleşme temayülü ile Ezher başta olmak üzere köklü dini müesseseleri modernleştirmeye, modern yaşama uyumlu hale getirmeye yönelik çabalar zaman içerisinde Mısır’da birçok dini müessese gibi kıraat/hâfızlık gelenek ve müessesesini önemli ölçüde darbeleyerek budamıştır. Özellikle, 1950’lerde Cemal Abdünnâsır ile başlayan diktatör/despot yönetimler ve bu yönetimlerin seküler-milliyetçi ve ideolojik idare sistem ve politikaları (Nâsırcılık ve Baasçılık) bu tür geleneksel/köklü dinî müesseseleri günümüze gelinceye kadar bir hayli zayıflatıp, bîtâb hale getirmiştir.

Bunun yanı sıra, Mısır’da bu müesseselerin zayıflamasıyla birlikte, aynı zamanda; Mekke-i Mükerreme’deki Mescid-i Hârâm’ın Selefî/Vahhâbî imamlarının, bu akide ekolü doğrultusunda, kıraat ilimleri hatta tecvid’ten, ruh ve estetikten uzak Kur’ân-ı Kerîm okuma biçimleri İslâm dünyasında, Mısır bile dahil, yaygınlık kazanarak; Mısır kıraati/okuyuşu dediğimiz bu şaheser tarz ve geleneği geri plana itmiştir.2

Aynı şekilde, İslâm dünyasında tüm dinî müesseseler gibi hâfızlık/Kıraat-ı Ku’rân müessese ve geleneği zayıflamaya hatta bazı yerlerde kaybolmaya yüz tutmaktadır. Oysaki, İslâmi âlet ilimlerinin yanında, hâfızlık ve kıraat ilimleri (Tecvid, aşere, takrib-kıraat-i sab’a, kıraat-ı ‘aşere) önemli yer tutmaktaydı. Bu daha Asr-ı Saâdet’de de böyleydi. Hz. Ebubekir’in (r.a.) hilâfeti sırasında vukû bulan Yermuk muhârebesinde, yetmiş hâfızın birden şehit düşmesi üzerine Hz. Ebubekir, hayatta kalan diğer hafızları toplayarak Kur’ân-ı Kerîm’in cem’ine mübaşeret etmiştir.3

Kıraat ilimleri İslâm dünyasında tedris edilmiş ve birçok ünlü Kıraat alimi yetişmiştir. Bunların en başta geleni, Cizreli Kürt asıllı, mukaddime ve sırf kıraat ilminde dahi 30’u aşkın eseri ile şöhretyâb olan Ebu’l-Hayr Muhammed El-Cezerî (Vefatı: Şirâz-833/1429) idi.

Hafızlık ve kıraat ilimleri, tarihimizde “Dâru’l-Kurra” dediğimiz müessese ve binalarda talim ve tedris olunurdu. Konya’da Hasbey Dâru’l-Huffâz’ı, İstanbul’un sur içinde, Vefa’da Mimar Sinan yapısı Hüsrev Kethüdâ, Fatih-Malta’da Şeyhülislâm Es’ad Efendi Dâru’l-Kurraları gibi onlarca Dâru’l-Kurra binaları bulunurdu.4 Modernleşme ve sekülerleşme süreç ve politikaları bu kurumları da zamanla kaldırdı. Son dönemlere kadar bile Türkiye’de özellikle bazı bölgelerde yaygın olan hafızlık geleneği tükenme aşamasına gelmiştir. Bütün eksik, sancılı ve tenkit edilebilecek yönlerine rağmen bu müessese ve geleneklerin devamı son derece önem arz etmekteydi. Geçen yıl yazın, Trabzon’un Of ilçesine yaptığım ziyarette, ilçenin Merkez camiinde bir hafızlık cemiyeti ile karşılaşmıştım. Koca camideki hafızlık icâzet merasiminde 50 kişi bile yoktu. Yani, Türkiye’de bu meslek ve müessesenin en yaygın olarak devam ettiği doğu Karadeniz’de dahi bu anlamda her şey adeta bitip tükenmişti.

Batıcı-Laikçi-baskıcı, ideolojik yönetimlerin yanı sıra, birtakım Siyasal İslamcı çevrelerin, İslam medeniyetinin parlak göstergeleri olan bu tür müessese ve gelenekleri, sekülerlik ve modernliğin lehine olacak şekilde, “Atalar dini âdeti, cahiliyye kırıntıları” parantezinde budayıp, boğmaya çalışmaları da aynı şekilde bu meş’um amaca hizmet etmiştir.

Kaynak: Özgün Duruş