Kişisel olarak dindarlığın artmasından, dini sembollerin görünürlüğünün fazlalaşmasından hoşlanmayabilir, hatta bunların ülkenin geleceği için tehlikeli şeyler olduğunu düşünüp endişelebilirsiniz.
Nitekim Türkiye'de epey bir süreden beri, en azından Refah Partisi'nin 1994'teki yerel seçim başarısından beri, bu sebeple endişelenen hiç de azımsanmayacak bir kesim var.
Yine 1994'ten beri, önce Refah Partisi'nin, ardından Fazilet Partisi'nin Anayasa Mahkemesi kararıyla kapatıldığını, bu partilerde yer almış kadroların kurup iktidara taşıdığı Adalet ve Kalkınma Partisi hakkında kapatma davası bulunduğu da herkesin malumu.
Ama AKP'nin geride kalan iki partiden, Refah ve Fazilet'ten bazı temel farkları
var. Bu farkların başında da, AKP'nin son seçimde yüzde 47 oranında oy almış olması, yani seçmenlerin neredeyse yarısının bu partinin laikliğe aykırı bir parti olduğunu düşünmediği gerçeği yatıyor.
Bu ciddi orandaki halk desteğine rağmen AKP hakkında kapatma davası açılmış olması ister istemez akla şu soruyu getiriyor: Acaba bizim Yargıtay Cumhuriyet Başsavcımız, laikliğin tehlikeye girip girmemesiyle ilgili sınırı, son zamanların moda deyişiyle kırmızı çizgiyi yanlış bir yere mi çizdi?
Birincisi, kanunun verdiği genel yetkiye bakınca anlaşılıyor zaten, Yargıtay Cumhu-
riyet Başsavcısı, çizgiyi nereye çizeceğini kendi başına, kendi öz değerlendirmesiyle belirliyor. Yani yasalar ona görece çok geniş bir alan tanıyor, laikliğin nereden itibaren tehlikeye girdiğini öne sürmesi bakımından.
Ve Başsavcı da, art arda sıraladığı birtakım demeçlere, söylevlere, konuşmalara, gazete haberlerine bakıp bu partinin 'laiklik karşıtı eylemlerin odağı' olduğunu öne sürebiliyor.
Savcının çizgiyi doğru yere çizip çizmediği sorusunun cevabını kuşkusuz Anayasa Mahkemesi verecek. Bu işin hukuki kısmı. Mahkeme savcının çizgiyi doğru yere çizdiğini kabul edip AKP'yi kapatırsa, bunun başka siyasi ve hukuki sonuçları olacak, savcıyı haklı bulmaz ve laikliğin bu kadar delille tehlikeye girdiğinin kabul edilemeyeceğine hüküm verirse başka siyasi ve hukuki sonuçları olacak. Bu bakımdan tarihi bir dönemeçte olduğumu söylemek abartı sayılmamalı.
Bir an için mahkemenin savcıyı haklı bulduğunu, AKP'nin 'laiklik karşıtı eylemlerin odağı' olduğuna kanaat getirdiğini ve partiye ceza verdiğini varsayalım. (Sadece kapatma değil herhangi bir ceza bu anlama gelecektir.)
O zaman, yüzde 47 ile mahkemenin yorumu arasında çok ciddi bir çelişki doğacaktır. Çünkü esasen AKP'nin laikliği yeterince benimsemediğine ilişkin iddialar son üç-beş ayın işi değil, bu parti kurulduğu günden beri bu konu da tartışılıyor. Yani gerek 3 Kasım 2002'de yüzde 36 oyu verenler ve gerekse 22 Temmuz 2007'de yüzde 47 oyu verenler AKP'nin de lider kadrosunun da laiklikle ilgili duruşunu bilen, bu konulardaki tartışmalardan haberdar kişilerdi. Bu tartışmaları çok önemsemedikleri veya dile getirilen iddialara pek inanmadıkları için veya laikliğin tehlikeye girmesiyle ilgili bir kaygı sahibi olmadıkları için AKP'ye oy vermekten çekinmediler.
Sadece AKP'nin oyları meselesi de değil. Her iki seçimde de AKP'nin laikliği tehlikeye atacağına dair propaganda yapan bir partimiz vardı, Cumhuriyet Halk Partisi. Bu partinin iddiaları da çok inandırıcı bulunmadı veya çok önemsenmedi ki, her iki seçimde de yüzde 20-21 oy aldı CHP.
Mahkemenin vereceği herhangi bir suçlu bulma kararıyla seçmen tercihi arasındaki çelişki, Türkiye'yi çok tehlikeli noktalara götürme potansiyelini içinde barındıracaktır.

Elbette Anayasa Mahkemesi'nin önceliği yazılı hukuktur ve mahkeme kararlarını olası siyasi sonuçlarına bakarak oluşturamaz, oluşturmaz. Ama biz sıradan ölümlülerin mahkeme kararlarıyla onların olası siyasi sonuçları arasında ilişki kurmamız da kaçınılmaz.

Kaynak: Radikal