Şeyh Said'in bir 'Kürt ayaklanmacısı' olduğu tezi başta olmak üzere, yüzyılın büyük bilgesi Bediüzzaman'ın, II. Abdülhamid zamanında bağımsız bir Kürdistan oluşması yönünde çaba gösterdiği türünden yüzlerce gerçek dışı iddianın zihnimizi bir çöp yığınına dönüştürdüğü bugünlerde, modern(ist)/seküler/Batıcı aydınların, Kürtlerin de yabancısı olduğu başka bir paradigmanın içinden ürettikleri 'Kürt sorunu' söz grubundan yola çıkmak, kendisini Müslüman olarak niteleyen nice kişinin örneğin şöyle bir cümle kurmasına neden olmuştur, olmaktadır:

"Müslümanlar arasında, Kürt veya Türk kimliğini vurgulamaya gerek yok, Müslüman olmak bize yetmiyor mu? diyen tehlikeli bir tutum var..." Böylesi cümleleri kuran ve kendini Müslüman olarak niteleyenlerin niyetinden kuşku duymuyorum. Ama en hafif ifadesiyle sağlıklı düşün(e)mediklerini, reaksiyoner kavramlarla konuştuklarını sanıyorum.

Bu ülkede pek çok 'millet' (kavim) yaşamaktadır, Kürtler de bunlar arasındadır ama bu 'milli kimlik' baskılanmış, hor görülmüş, sözgelimi dillerini her alanda özgürce kullanmaları engellenmiştir. Yakın zamanda devlet televizyonunda başlatılan haftada bir yarım saatlik yayın için dahi onlarca sene düşünülmüş, tartışılmıştır. Bunun, yani bir milletin dilini kullanamamasının, Abdurrahman Arslan'ın ifadesiyle, bir 'özgürlük sorunu' olduğu açıktır. Bu sorunu Türk, Laz, Çerkes veya başka milletten birinin dert edinmesinden daha insani bir şey de olamaz. Vaktiyle Dersim'in köyleri yakılırken vicdanı kanayanların başında merhamet göğünün yıldızı Bediüzzaman geliyordu. 'Birinin hatasıyla başkası mesul olamaz' ilkesini her fırsatta vurguladı. Hatta, 'bir gemide dokuz cani bir masum bulunsa dahi o gemi kanun-ı adaletle batırılamaz' diyerek Hz. Ali'nin uğrunda şehit olduğu mutlak adalet ilkesini yaşamının merkezine yerleştirdi.

Sorun kimlik meselesi değil

Arslan, yukarıda andığım cümlesinin devamında şöyle diyor: "Kürtlerin sorunlarını değerlendirdiğimizde sorun bir kimlik meselesi olmaktan çıkmakta; mesele Kürtlerin kendi dillerini konuşamamak gibi ciddi bir özgürlük sorunu halini almaktadır. İslam bir kavme kendi diliyle kendi dinini yaşama hakkı tanımaktadır. Bunu da 'dini' hayatın karşılığı olarak kullandığını belirtmek istiyoruz. Eğer Kürtler veya başka bir kavim böyle bir özgürlük sorunu ile karşı karşıya bulunuyorsa, bu durumda sorunu ortadan kaldırmak bütün Müslümanlar için bir 'farz-ı ayn' haline gelmiş sayılır. Müslümanlar ister Türk, Kürt, Arap isterse Çerkes ya da Laz olsun; kendilerini ulusal kimlikle kolayca adlandırabileceklerini düşünüyorlarsa bilsinler ki bu kimliklendirme ahirette işe yaramayacaktır."

Bence sorunun kalbi, son cümlededir ve İslam kimliğinin belirleyici olduğu gerçeğini bize yeniden hatırlatmaktadır. Türk modernleşmesinin laik ve milliyetçi boyutunun önümüze getirdiği bu kriz öylesine büyümüş ve kanserleşmiştir ki, bir adalet bakanı, Mahmut Esat Bozkurt, bu ülkede Türk olmayan kavimleri onların hizmetçisi gibi görebilmiştir.

Burada sorun, 'Kürt hareketi' denilen şeyin karşı çıktığı geleneğin en patolojik taraflarını bizatihi kendisinin üretmesidir. 'Kürt hareketi' sözünün içeriğindeki (milliyetçi) vurgu, muhalifi olduğu veya ağır biçimde eleştirdiği diğer milliyetçilikler kadar patolojiktir.

Bunca zaman rencide edilmiş bir 'ulus'un sorunlarını böylesine tepkisel bir dille ifade etmesi bir ölçüde anlaşılabilir. Sorun bugün gerçekten de alabildiğine giriftleşmiş, karmaşıklaşmıştır. Bu zihinsel kaosu derinleştiren unsurlardan biri de PKK'dır. Ülkeye yaklaşık dört yüz milyar dolara, en az kırk bin insanın canına mal olan bu sorunun (örgütün) Türkiye'nin en istikrarlı döneminde, 2 Ekim 1984'te (Şemdinli) ilk eylemini gerçekleştirmesi tesadüf olamaz.

Ankara Washington Hattı'nda Tamer Korkmaz'la bunu da konuşmuştuk. Uğur Mumcu'nun öldürülmesiyle ilgili ilginç bir anekdot aktaran Korkmaz şöyle demişti: "'Uğur Mumcu'nun çözdüğü olaylardan birisi 12 Mart döneminde daha büyük ceza almaktan kurtarılan Abdullah Öcalan'ın nasıl daha sonra derin devletin elinde, yani o çizgide palazlandığını çözmüş olmasıyla ilgili. Öcalan'la ilgili olarak, 12 Mart döneminin savcısı Baki Tuğ tam ceza verilecekken MİT tarafından kendisine "bizim adamımızdır" yazan bir kağıt geldiğini ve uzun süre ceza almak yerine üç aylık cezayla kurtarıldığını Uğur Mumcu'ya söylüyor. Uğur Mumcu o kağıdı Baki Tuğ'dan alamadan hunhar bir suikasta kurban gitti. Bu da onun birtakım şeyleri çözmüş olmasıyla alakalı yani sisteme temel anlamda muhalif olmayan, ama zaman zaman eleştiriler yapabilen bir insanın dahi hayatının tehlikede olabileceğini burada görüyoruz.'"

Kürtlerin ateşle imtihanı tam da bu süreçte, PKK'nın 'Kürt sorunu'nu temsil iddiasıyla yola çıkıp, cinayetler işlemeye başlamasıyla ağırlaşıyor. Mumcu, PKK ve Öcalan'ın bir Amerikan projesi olduğunu söylüyordu. Korkmaz bunu şöyle açımlamıştı: 'Evet, baktığımız zaman 1980 öncesi yapıyı kurgulayan Amerika, bir şekilde ceza almayan Abdullah Öcalan ve daha sonra Abdullah Öcalan'ın 1978-1979'da başında bulunduğu PKK'nın güçlen(diril)mesi ve sonradan 1984'te birdenbire vahşi baskınlarla ortaya çıkması: Resim budur... 1984'te Şemdinli ve Eruh baskınıyla ortaya çıktı, ABD destekli PKK terörü ve Türkiye'yi can evinden vuran bir süreç başlamış oldu. Şimdi hiçbir şey bilmediğimizi farz ederek şöyle düşünelim... O anda Türkiye'de hangi güç hakim? 1984 yılında demokrasiye geçileli birkaç ay olmuş ama darbe yönetimi etkinliğini sürdürüyor.

PKK'yı palazlandıran güç...

Çünkü Türkiye'de 12 Eylül yönetiminin zehirleyici etkileri büyük oranda 1985 Eylül ayına kadar devam etmiştir. Yani 1984 yılında tam da bu olayların bu döneme denk gelmesi Özal hükümetinin hızını kesmeye, gidişatını da kontrol etmeye yarayan ve Türkiye'nin kendi kabuğunu kırmaya başladığı bir zaman diliminde ülkemizin önüne çok ağır bir faturanın çıkarılmasıyla ilgili bir sürecin başlangıcıdır. 1983'ün son ayında kurulan yeni hükümetin, Özal'ın başbakanlığını yaptığı ANAP iktidarının ilk kırk günde önemli ekonomik reformları gerçekleştirdiğini ve Özal'ın en başarılı döneminin 1984-1987 yılları arasında yaşandığını hatırlayalım... Türkiye'nin önüne tam da böyle bir zamanlamayla terör belası konuluyor, dikkat ediniz... Kurgusal bir terör belasıdır, bu. Şöyle düşünün: 12 Eylül yönetimi o dönemde 1980'in sonbaharından itibaren herkesi içeri alıyor. Sağı solu ne var ne yoksa hepsini içeri alıyor. Astığı astık kestiği kestik bir yönetim. Egemen mi, hem de nasıl. Her tarafta hakim... Böyle bir dönemde normal şartlar altında 1978-1979'da palazlandığını düşündüğümüz bir PKK hareketinin 1980-1984 arasında un ufak edilmiş olması gerekirdi değil mi? Evet, normal şartlarda öyle olması gerekirdi. Ama olmadı. Neden acaba?

Tersine 1984'te birden parlayan ve büyümeye başlayan, bir kâbus dalgası gibi PKK terörü güçlenmeye başlıyor. Bakınız bu kurmaca, kontr bir harekettir. 12 Mart öncesinden beri "gizli resmi saksı"da yetiştirilen Öcalan'a PKK kurdurulmuş ve PKK bu ülkenin, bu milletin başına 1984'ten itibaren özellikle bela edilmiştir!' Bütün bunlar, üzerinde düşünülmesi, konuşulması, soğukkanlı biçimde araştırılması, yorumlanması gereken iddialar.

Yine Bediüzzaman'ın Kürtlere yönelik bir uyarısına dikkat çekmek istiyorum (metin sadeleştirilmiştir): "Beş yüz yıldır yattınız. Yeter artık. Uyanınız. Sabahtır. Yoksa vahşet ve gaflet sizi vahşet sahrasında yağma edecektir. İlâhi hikmet denilen âlem makinesinin nizamı ve telgraf hattı gibi bütün âleme dalbudak salan Allah'ın nurani kanununun kurucusu olan ilâhî hikmet, ezel ufkundan kader parmağını kaldırmış size emrediyor ki: Ayrılık, gayrılıkla damla damla dağınık sular gibi boşa giden hamiyet ve kuvvetinizi birleştirip kaynaştırarak zerrelerdeki küçük cazibelerden bir umumî ve millî cazibe teşkili ile Kürtler gibi büyük bir kütleyi dünya gibi döndürerek İslâm güneşinin mevkibinde parlak bir yıldız gibi cazibesine uymakla muvazeneyi ve umumî ahengi muhafaza ediniz."

 

Kaynak: Zaman