Geçtiğimiz günlerde bu sayfada yayımlanan, 'Şark Bülbülü Üzerinden Kürt Sorunu' başlıklı yazıma gelen tepkiler arasında, 'ümmetçilik vurgusu yaptığım ve bu yolla sorunun üzerini örtmeye çalıştığım' da vardı. Olumlu tepkilerden söz etmeyeceğim.

Olumsuz tepkileri ise yukarıda aktardığım cümlenin içerdiği zihin durumu çerçevesinde örneğin, 'seküler Kürt ulusu inşasının hızlandığı bu ortamda' ifadesinde özetlemek mümkün. Sorun tam da buradadır diye düşünüyorum. Geçenlerde Milliyet'te bir söyleşisi yayımlanan Altan Tan, 'sorun'un içinden gel(ç)en ve son derece sağlıklı düşünen biri olarak bunu teşhis ve ifade etmişti: 'Şimdi bugün bölgedeki siyasi yapıyı bir düdüklü tencere gibi düşünmek gerekiyor. Tencerenin kapağı Marksist ve Alevi çizgidedir. Bugün PKK'nın yönetici kadrosunun önemli bir kısmı Pazarcık, Elbistan ve Tunceli kökenlidir. Çoğu Stalinist bir anlayıştan geliyor. Tencerenin kendisi ise Sünni, Şafi ve Nakşibendi'dir. Dolayısıyla bugün tencereyle kapak arasında bir uyum sorunu vardır. Çünkü ateş tencerenin altındadır. Tencere yanıyor.

Bütün köy boşaltmalar, bütün işkenceler, bütün ölümler bizim başımızdaydı. Yani tencere ateşin üzerinde, kapak da tencerenin üzerindeydi. Ama artık düdüklü tencere ötüyor. Ses çıkarıyor. Artık bu kapağı başımdan alın diyor. 22 bağımsız DTP'li içinde namaz kılan, Ramazan orucunu ful tutan bir tek kişi yok. Bunu hakaret anlamında söylemiyorum, bu bir tespittir. Çünkü bu insanların temsil ettikleri seçmenin yüzde 70'i oruç tutuyor, yüzde 65'i de beş vakit namaz kılıyor. Orhan Doğan'ın mitingine katılan kadınların yarısı çarşaflıydı. Aslında DTP'nin tabanı AKP gibi, kadroları CHP gibi. 'DTP'liler vekili oldukları kitleye benzemiyor.' Buna abartarak, 'tencere dibin kara, seninki benden kara'yı da ekleyebiliriz gerçi. Sorun sadece Kürtlerle sınırlı değil, sekülerleşme bütün Müslümanları ilgilendiriyor. Modernleşme Kürt, Türk, Laz, Çerkes dinlemiyor, küresel ve kitlesel bir süreç olarak ve bir dağın tepesinden bırakılan kartopu gibi, büyüyerek sürüp gidiyor. Bu süreci tersine çevirmenin imkansızlığı bakımından Kürt, Türk, Laz, Çerkes aynı acziyet içerisinde... Manevi çoraklaşma ve insani bakımdan çürüme yönüyle de herhangi bir etnisite diğerinden farklı değil. Bendeniz ne 'ümmetçi' bir yaklaşım içindeyim ne de 'seküler Kürt ulusu inşası'ndan söz ediyorum.

İslam, ırkçılığı yasaklamışken...

Tan'ın isabetle vurguladığı gerçeğin, sorunun can damarını oluşturduğu kanaatindeyim. Ayrıca yazının girişinde Derrida'dan yaptığım alıntının söylediği gibi, 'Kürt sorunu' derken (11 Eylül'le yer değiştirirsek) ne dediğimizi, bu yolla neyi adlandırdığımızı aslında bilmiyoruz. (En azından zihnimiz karışık. Herkesin zihninde ayrı bir 'Kürt sorunu' var.) Bu adın kısalığı yalnızca ekonomik ya da retorik gereksinimden kaynaklanmıyor. Bu metonimin, kısacık mesajı, anlamadığımızı, hatta farkına bile varmadığımızı, nasıl niteleyeceğimizi henüz bilmediğimizi, neden söz ettiğimizi (tam olarak) bilmediğimizi teslim ederek nitelenemez olanı işaret ediyor. 'Derrida'nın imasının, 'Kürt sorunu' söz grubuna da taşınabileceğini sanmakla doğru yapıyor muyum emin değilim, lakin sıkça rastladığımız, 'Kürt sorunu, Güneydoğu sorunu, Doğu sorunu, terör sorunu' gibi ifadelerin çeşitliliği ve kullanan herkeste ayrı bir anlam dünyasına işaret ediyor olması bu kuşkuyu güçlendiriyor. Kucağımızda nur topu gibi bir 'Kürt sorunu' var artık, bu kesin.

Kürtler, 'seküler bir Kürt ulusu inşası' için kolları sıvamış ve insan öldürerek konuşan bir örgütün bayraklarını toplantılarında, sokaklarda dalgalandırıyorlar, Nevruz gibi binlerce yıllık kökeni olan bir günde ve ritüellerinde, taleplerini cinayet işleyerek dile getiren bir örgütün sembollerini kullanıyorlar. Her şey bir yana, bu bile tek başına bu işte Derrida'nın ima ettiği türden bir sorunun varlığını söyleyebiliyor. Kürtler (kendimi dışta tuttuğumun farkındayım bir Kürt melezi olmama rağmen, ama bu da hangi Kürt'ün 'biz' derken kimi/neyi kastettiğinin hiçbir biçimde anlaşılamaz oluşundan kaynaklanıyor... Zira ben, kendimi en çok Mem u Zin'in müellifi Mele Ahmed-i Hani Hazretleri'ne, büyük bilge Abdurrahman Taği'ye, Mele Cezeri'ye, Seyyid Sıbğatullah Hazretleri'ne yakın hissediyorum.) ne istiyor? Bu soru, en azından 'Kürt sorunu' ifadesindeki muğlaklığın giderilmesi yönünde bir adım atmamıza neden olabilir? Anadilimizde öğrenim görebilelim, müzik yapabilelim, öykü, roman yazabilelim, yaşadığımız topraklara, şehirlere ülkenin örneğin batısındaki gibi zenginlik gelsin, radyo ve TV gibi kitlesel iletişim ortamlarında dilimizce konuşabilelim vs. vs... Bu son derece haklı talepler örneğin İslam vurgusuyla neden 'örtülüyor olsun' ki! Ümmetçiliğin İslam'ın içerdiği bir tutum olduğunu nereden çıkarıyorsunuz ki!

Bediüzzaman'ın, 'bir salih Kürt'ü binler fasık Türk'e, bir salih Türk'ü binler fasık Kürt'e tercih ederim' ölçütünün ümmetçilikle ne ilgisi olabilir ki! İslam, bir insan için (iman etmişse) yeterli bir kimliktir, diğer kimlikler (etnik, mesleki vs.) tali, ikincil, belirleyici ve değerleyici olmayan kimliklerdir, demekle ümmetçilik arasında nasıl bir ilgi olabilir ki! Bizim 'ulus-devlet'imiz, Abdurrahman Arslan'ın isabetle vurguladığı üzere, ontolojik yapısından kaynaklanan sebeplerden dolayı korku üzerine inşa edilmiştir.

Korku imparatorluğuna son vermek...

Fransa'dan esen milliyetçilik sam yelinden önce, mesela 'Türkmen' kelimesi (Köprülü'den etimolojik hikayesi okunabilir) sadece Müslüman Türkleri değil, bütün Müslümanları ifade için kullanılırken, bu tasavvur değişmiş, modernleşme ve onun ürettiği 'ulus' farklılaşmış, sekülerleşmiş, 'ulus-devlet' bir kavim-devlete dönüşmüş, 'vatandaş' olarak tanımlanan kimlik Türk kimliğiyle özdeşleştirilmiştir. Kürtler de en az Türkler kadar, belki daha travmatik biçimde 'milliyetçilik'ten ve sekülerleşmeden nasiplenerek ve kendilerini reaksiyoner terimlerle ifade ederek ırkçılıkla zehirlenmişlerdir.

Kürt, Türk, Laz veya Çerkes, her Müslüman, Kur'an'a ve ırkçılığı lanetleyen hadislere eşit olarak muhataptır. Bugün 'Kürtlerin kurtuluşu'nu üstlenmiş örgütün kurucu miti, bir zamanlar MİT'çi, yayımladığı makalelerinde hem Aydınlanmacı hem Hegelci, hem rasyonalist hem idealist, hem Stalinist hem Maocu, hem modernist hem gelenekselci, hem oportünist hem Bonapartist, hem feminist hem ataerkil... vs... olan, Kürtleri Zerdüşti, Mecusi vs. köklere bağlamaya çalışan, eklektik, zihinsel bir şizofreni içinde, ABD'den teslim alındığında, 'şimdiye kadar olduğu gibi, bundan sonra da devletimin emrindeyim' diyen ve en önemlisi, insan öldürerek konuşan ve bütün bu 'nitelik'leriyle Kürtleri hele Tan'ın dediği gibi, çoğunluğu Nakşibendi olan Kürtleri asla temsil yetki ve iradesi taşıyamayan, onların sorunlarını ifade etme ve savunmada mutlak acziyet sahibi biridir. Bu bile tek başına, Kürtlerin nasıl bir yola sürüklendiğinin göstergesidir.

Abdurrahman Arslan'ın söz ettiği 'korku', imparatorluğunun kendi ellerinde parçalanmış olması, toprakların tekrar elde edimi mümkün olmayacak tarzda kaybedilmiş olması ve halkın dünya görüşüne uymayan bir iktidar mekanizması üzerine kurulu olmasından kaynaklanıyor. Egemenler İslam ve İslamcılık, sosyalizm ve sosyalistler ve Kürtler olmak üzere üç tehdit algısına sahipler. Ulus öncesi kimlik dini, ulus sonrası ise teritoryal (topraksal) yani tercih şansına bağlı olmayan bir kimlik; Batı'da (kilise ya da modern devlet fark etmeden) kimliği iktidar kuruyor, yani dışarıdan veriliyor; İslam'da ise bizzat kimliğin kendisi 'iktidar'ı oluşturuyor. Bizim Kürtlerin seçkinleri ise Batılı ve Batıcı kurgusal kimliklerin, İslam öncesi tarihlerden kotarma üretilen ve uydurulan tarihsel kurguların peşindeler.

Bediüzzaman'ın bir 'Haşiye'si ile bitirmek isterim: "Hattâ o zamandan evvel Kürt bir talebem vardı. Eski medresemde hamiyetli ve gayet zeki o talebem ulûm-u diniyeden aldığı hamiyet dersiyle her vakit derdi: 'Salih bir Türk elbette fâsık bir Kürt kardeşimden, babamdan bana daha ziyade kardeş ve akrabadır.' Sonra aynı talebe talihsizliğinden sırf maddî fünun-ı cedide okumuş. Sonra ben dört sene sonra onunla görüştüm. Hamiyet-i milliye bahsi oldu. O dedi ki: "Ben şimdi Râfizî bir Kürdü, salih bir Türk hocasına tercih ederim." Ben de "Eyvah!" dedim. "Sen ne kadar bozulmuşsun." Bir hafta çalıştım. Onu kurtardım. Eski hakikatli hamiyetine çevirdim. Sonra Meclis-i Meb'usan'daki bana muhalefet eden meb'uslara dedim: O talebenin evvelki hali Türk milletine ne kadar lüzumu var. Ve ikinci halinin ne kadar vatan menfaatine uygun olmadığını fikrinize havale ediyorum. Demek farz-ı muhal olarak siz başka yerde dünyayı dine tercih edip siyasetçe dine ehemmiyet vermeseniz de herhalde şark vilâyetlerinde din tedrisatına âzamî ehemmiyet vermek lâzım."

 

 

Kaynak: Zaman