-Türkiyeli Bir Sivil Anayasanın Çözmesi Gereken En Önemli İki Özgürlük Alanı-

 

22 Temmuz 2007 Genel Seçim’inin ortaya koyduğu en önemli sonuçlardan biri, %10 barajlı seçim sisteminin uygulanmaya başlamasından bu yana ilk kez bir Meclis’in seçmen iradesini temsilde bu denli görece yeterliliğe sahip olmasıdır. Seçim kanununun bazı boşluklarından istifadeyle barajı geçmesi mümkün olmayan partilerin bu süreçte Meclis’te temsil hakkını elde etmeleri barajla yaşamaya ve üstesinden gelmeye alıştığımız şeklinde yorumlanmamalı, temsil problematiğinin varlığının devam etmediği anlamı çıkarılmamalıdır. Nitekim kanunun boşluklarından istifade zorunluluğu olmasa idi DTP’nin sandalye sayısı belki 7 veya 8 daha fazla olacak ama sonuç iktidar ve muhalefet partileri açısından çok fazla değişmeyecekti. Siyasal temsilin önündeki engeller sorunu bir tarafta çözüm bekleyerek mevcudiyetini devam ettire dursun diğer tarafta 22 Temmuz’un kendine özgü travmatik atmosferi tıkanıklığın siyasal yolla çözüleceğine ilişkin toplumsal kararlılığı pekiştirmiş ve siyasi yelpazenin en uzlaşması imkansız gibi görünen renkleri Meclis’e girebilmeyi başarmışlardır.

 

Madem Türkiye’nin seçmeni, uzun bir aradan sonra, önündeki engelleri aşacak formülasyonları bulma becerisi göstererek çözüm adresi olarak gördüğü Türkiye’nin Meclisine temsilcilerini bu kadar çeşitlilik içinde gönderebilmiştir, o halde hem temsil yeterliliği hem de çeşitliliğinin verdiği mesaj iyi okunmalıdır. Bu mesaj, toplumun bu Meclis’e “Kurucu Meclis” görevi yüklediği mesajıdır. Kurucu Meclis, yani oyunun en temel kurallarını yeniden düzenlemeye ehil olan ve toplumun bütününe yakın kesimlerini temsil eden bir heyet. Bu mesaj, hassaten birinci muhatabı olan iktidar partisi tarafından ve Meclis’te temsil olunan diğer partiler tarafından iyi anlaşılmış olmalıdır ki kapsamlı bir Sivil Anayasa yazımına gidileceği duyurulmuştur. Bir takım kurumlar ve onların siyasal sözcüleri aracılığıyla pompalanan korkuların ve tehditlerin seçmen tarafından ciddiye alınmadığının en önemli ve yakın ispatı olan 22 Temmuz iradesinin temsilcilerinden beklenen, oyunun kurallarını yeniden düzenlerken sanal korkularla yaratıcılığı ve üreticiliği baskılanmış toplumu ayak bağlarından kurtarmalarıdır. Yıllardır yüz binlerce insanın mağduriyetine yol açan ve on binlerce insanın hayatına mal olan temel problemlerin çözümü, artık bu süreçte yönetmeliklere, kanunlara veya bir takım mahkemelerin görüş ve içtihatlarına bırakılmadan, doğrudan en temel metinde korkusuzca yer almalıdır. Millet iradesinin amir hükmü budur. Yeni anayasanın pek çok temel soruna ilişkin kuralının yanı sıra Türkiye’nin yıllardır patinaj yaptığı ve inanılmaz bir beşeri ve ekonomik maliyete katlanmak zorunda kaldığı iki temel soruna ilişkin sarih ve vazıh bir çözümü mutlaka olmalıdır: Başörtüsü Sorunu ve Etnik Sorun.

 

Birinci öncelikli sorunBaşörtüsü Sorunu”dur. Birinci önceliklidir çünkü Avrupalı devletler ve kurumlar ile Atlantik ötesinden sempati ve destek bulan etnik kökenli probleme kıyasla dünya siyasetinde ağırlığı olan kurumlardan ciddi bir desteği yoktur. Hatta kimi kurumlarca -AİHM- Türkiye’deki resmi uygulama haklı gösterilerek çözümü iyice karmaşık hale getirilmiştir. Ciddi bir takım insan hakları kuruluşlarınca, alçak sesle, ayıp olmasın kabilinden söz edilmektedir. İktidar Partisinin yetkililerince %1,5’un meselesi olarak tahfif edilmiştir -öyle bile olsa sanki iktidar sahiplerinden çözme yükümlülüğü kalkmış mı olmaktadır?- Ve maalesef “biz”den başka sahibi yoktur. Temel bir insan hakkı olarak “ifade özgürlüğü”nün gereği olan “başörtüsü”, başkaları tarafından zorla taktırılmadığı ve/veya başkalarına zorla taktırılmadığı sürece “hizmet alan ve hizmet veren” sınıflandırmasıyla çözümmüş gibi sunulan  kurnazlıklara sığınmadan, eğitim ve çalışma yaşamında hiç bir istisnaya yer olmamak koşuluyla serbest olmalıdır. -Hizmet alan kişi, kamunun bütün vatandaşlara eşit hizmet götürme yükümlülüğü nedeniyle istediği kıyafeti giyebilirmiş. Tedavi olurken, eğitim alırken veya belediye otobüsüne binerken başörtüsüne izin verilebilirmiş. Ne lütuf! Kamunun bir ideolojik tercih içinde olması tarafsızlığına halel getirdiği için hizmet verenin kamu gücü kullanır iken ideolojik yaklaşımını belli edecek bir kıyafet içine olması uygun olmazmış, onun için bir memur görevi başında başörtüsü takamazmış. Eğer başı örtmek bir ideolojik yaklaşımın ifadesi ise başı açık olmak bir başka ideolojik yaklaşımın ifadesi değil midir sanki? Ya da başını örten bir kadının MHP, DTP, AK Parti, DP, ANAP, SP vs gibi hangi siyasi telkinde bulunduğunu anlamanın teknolojisi var da bizler mi bilmiyoruz-  

 

Öncelikli sorunların ikincisi etnik temelli sorundur. Bir dünya imparatorluğundan küçülerek ve Anadolu’ya çekilerek kurduğumuz bu devlet, sadece yerli halk olan Türk ve Kürtlerin değil imparatorluk vatandaşı olan çeşitli unsurların da savaş şartlarının elverdiği nispette ortak emekleriyle ve bağımsızlık sonrası ise vatandaşlık bağı kurmak suretiyle oluşturup geliştirdikleri bir devlettir. Öncülerin herkesin ortak ve özgür ülkesini yaratma idealiyle kurduğu bu ülkenin çok etnikli yapısı bizler için olsa olsa dünya devleti olabilme fırsatı bahşeden istisnai bir durumdur. Buna rağmen Kayseri, İskenderun, Milas, Efes vs gibi yerleşim merkezlerinin Grek kökenli adlarına dokunmayı aklından geçirmeden -ki son derece doğru bir karardır- Kürtçe veya Zazaca köy ve coğrafi yer adlarını değiştirme gayretkeşliği ve dil kullanımı üzerindeki yasaklarla uygulanmaya çalışılan patolojik homojenleştirme politikalarının toplumun bilinç altında nasıl bir öfke biriktirdiğine 1980’lerin ilk yarısından itibaren travmatik bir şekilde tanık olduk.

 

Allah’ın bizler için uygun gördüğü ve tercih ettiği özelliklerimizden -Türklüğümüz, Zazalığımız, Kürtlüğümüz, Arnavutluğumuz, Çerkesliğimiz, Boşnaklığımız, Çingeneliğimiz, Pomaklığımız, erkekliğimiz, kadınlığımız vs- bizlerin de memnun kalması bir müminin dünyasında tartışmaya bile gerek olmayan husustur. Salt adalet duygusu açısından bakıldığında ise; bazılarının doğuştan getirdiği özelliklerini bir hak olarak özgürce, başkasının kınamasını bile düşünmeden yaşaması, geliştirmesi ve hoşnut olması ne kadar muazzez ve muhterem ise diğerlerinin de kendilerine ait olanları aynı özgürlükte yaşaması, geliştirmesi ve hoşnut kalması en az o kadar muazzez ve muhteremdir. Resmi dil; bir üstünlük veya ikincillik duygusuna kapılmadan, tarihi bir tesadüf olarak, bu topraklarda yaşayan herkesin ortak dili olan Türkçe olmak koşuluyla, örgün eğitimin zorunluluk ve imkan avantajları vasıtasıyla bu topraklarda yaşayan her dilin öğrenilmesi ve öğretilmesinin önündeki engeller kaldırılmalıdır. Toplumun birbirini anlayabilmesi için, akrabaların, dostların, komşuların birbirlerinin dünyasına nüfuz edebilmelerini mümkün kılmak için bu toplumda konuşulan en az bir dil, bir Avrupa dilinin yanısıra ilköğretimden başlamak suretiyle öğretilmeye başlanmalıdır: Diyarbakır’daki bir ilköğretim okulunun 5. sınıfından başlayıp lise sona kadar bir batı dilinin yanısıra Kürtçe, Bingöl’de Zazaca, Kayseride Çerkezce, İstanbul ve İzmit’te Boşnakça veya Arnavutça, Artvin’de Gürcüce, Adapazarı’nda Lazca, Edirne’de Çingenece vb. Burada amaç Kürt çocuğuna Kürtçe veya Gürcü çocuğuna Gürcüce öğretmek değil o bölgelerde yaşayan Türk kökenli vatandaşlara komşularının, akraba ve arkadaşlarının dilini öğretmektir. Korkularımıza yenilmeden ve katlanmak zorunda kaldığımız maliyetleri altından kalkılmaz hale getirmeden, müminler için mümince, seküler izahı önemseyenler için ise adalet duygusu açısından makul olan bu talep umulur ki yılların kırgınlıklarına son verecek önemli bir adım olsun.          

 

Hiç kuşku yok ki millet, 22 Temmuz’da üzerine düşen görevi en güzel bir şekilde yapmıştır. Yetki sahipleri için, artık tarih önünde mazerete sığınamayacakları büyüklükte kamuoyu desteği mevcuttur. Eğer bu iki sorun alanı bu sefer de özgürlükler lehine çözülemeyecek olursa, bir takım kurumların keyfi yorumlarıyla en temel haklarını kullanamamaktan yüz binlerin hayatı 21. yy’da da kararmaya devam edecek; sadece kendilerini yaşayamadıkları için insanlarımızın mutluluğu değil, özgürlükler ve zenginlikler ülkesi olarak bölgede ve dünyada herkesin vatandaşı olmak için gıpta edeceği bir ülke olma şansını yitirdiği için devletin de mutluluğu bir başka 22 Temmuz’a kalacaktır. Ama illa, 22 Temmuz’un anlamını bilecek olanları buluncaya kadar bu millet sabırla 22 Temmuzlar sunmaya devam edecektir.

 

Milletin hafıza, şükran ve kadirşinaslığının, bu tarihi düğüme gücü yetenleri ebediyen baş tacı yapmaya yetecek kadar âlicenap olduğu unutulmamalıdır.

 

 

Ahmet Faruk ÜNSAL: 22 Dönem Adıyaman Milletvekili