Cumhurbaşkanlığı seçimi dolayısıyla siyasi tıkanıklığın yaşandığı kriz günlerinde zaten oldukça sert olan siyaset dili, PKK kaynaklı şiddet eylemleri nedeniyle iyice militarist hale evriliyor ve hayatlarını kaybeden güvenlik güçlerinin ve militanların cenaze törenleri taraftarlarca siyasi şova şova dönüştürülüyordu. Nisan ayında, Genel Kurmay Başkanı'nca ve hemen sonra da muhalif siyasi partilerce açık açık telaffuz edilen Irak'ın kuzeyine askeri müdahale talepleri, hükumet  tarafından, gerçek bir ihtiyaçtan ziyade o günlerin kaotik ortamında hükümeti sıkıştırma manevrası gibi algılanıyor ve teenniyle karşılanıyordu. Başbakan açıkça, zaten Irak'ta Türk askeri birliklerinin var olduğunu, yurt içinde alınacak tedbirler henüz dururken Irak'a müdahaleye gerek olmadığını ifade ediyor ve belki de kimi çevrelerce savaş sebebiyle seçimin ertelenmesine bahane teşkil edecek böylesi bir maceraya girmiyordu. Bu şartlar altında girilen Genel Seçim'de, gerçi militarist söylemiyle öne çıkan bir parti %15'lik oy oranı ile Meclis'e girebilmeyi başarmıştı ama bir başka gerçek te şu idi ki, iktidar partisi %47'lik tarihi bir destek almıştı. Daha da önemlisi, iktidar partisi, DTP'nin geleneksel oy depoları kabul edilen seçim bölgelerinde başabaş oy alabilmişti. Kimi siyasi analistler bunun nedenlerinden birinin, Irak'a müdahale çağrılarına hükumetin aklı selimle yaklaşması ve kardeş bölge halkıyla kan davasına yol açacak serüvene girmemesi olarak açıklamışlardı. Eğer demokrasi, seçmen taleplerinin dikkate alındığı bir yönetim ise, bölge halkının beklentisi, elbette seçim sonucunu açıklayacak pek çok sebepten biri olan bu sebebin iktidar tarafından dikkatten uzak tutulmamasıdır.

Geçtiğimiz günlerde, 9'u korucu 13 kişinin ölümüyle sonuçlanan pusudan sonra, Şırnak'ta 13 askerin de topluca pusuya kurban gitmeleri bayram üzeri sinirleri iyice germiş ve Irak'a müdahale tezkeresinin Meclis gündemine getirilmesi kararına sebep olmuştu. Aynı günlerde KKK İlker Başbuğ, Diyarbakır'da Valiliği ziyareti sırasında "...PKK terör örgütü'ne katılımı önlemek konusunda son bir yıl hariç devlet 23 yılda başarılı olamadı, adım atılması gereken çok konu var..." demekteydi. Kendi görev dönemini istisna tuttuğu başarısız 23 yılda atılması gereken adımlardan kastı neydi acaba? Eğer Irak'a müdahaleden söz ediyorsa, Türkiye defalarca operasyon yapmış ve halen de orada ağır silahlarıyla askeri mevcudiyetini korumaktaydı. Konuşmanın seyrinden komutanın inzibat tedbirleri dışında başka tedbirlerden bahsettiği anlaşılmaktadır. Belki daha çok ekonomik tedbirleri kastetmiş olabilir. Ama siyasi ortamın adalet ve eşitlik temelinde normalleştirilememesi halinde yapılacak ekonomik yatırımların bırakın işletilmesini, fiziki varlıklarını güven içinde devam ettirmesini sağlamak dahi mümkün olamamaktadır. Kürt sorunu esasen politik bir sorundur ve sorunun ekonomik ve sosyolojik görüntüleri politik yanından beslenmektedir. Politik bir sorunu sadece asayiş tedbirleriyle çözmeye çalışmak nice 23 yılı boşa harcamak demektir. Burada söylenilenlerden "şiddetin hoş gösterilmesi" sonucunu çıkarmak lafı doğru anlamamak olur. Kast edilen, şiddet hastalığını üreten vasatın tashih edilmesidir. 

Sınırın her iki tarafının da dağlar, yamaçlar ve binlerce mağaralardan oluşan topoğrafyasıyla bir taraftan öbür tarafa kolayca ve hemen geçmenin çok zor olduğu bir bölge olan Şırnak'ta bu saldırıları yapanların vur-kaç taktiğiyle Irak'tan gelip gitmedikleri muhakkakktır. Kaldı ki eğer dışarıdan içeriye rahat girilip çıkıldığı iddia ediliyor ise, bu durumda yapılacak şey, yasal olarak sınırı korumakla görevli unsurların var ise eksiklerini gidermek yok ise görev kusurları dolayısıyla gerekeni yapmak değil midir? Kendi  fiziki coğrafyasında, kendi vatandaşları arasında, kimin kimle nasıl ilişkide olduğunun çok iyi bilindiği bir beşeri coğrafyada başarıyla yürütülemeyen bir mücadelenin, yabancısı olunan bir fiziki coğrafyada ve ilişkileri ve ittifakları bilinmeyen aile ve grupların olduğu bir beşeri coğrafyada başarıyla sürdürülebilmesi nasıl mümkün olacaktır? 1991 Körfez müdahalesiyle Türkiye gündemine iyice oturan Kuzey Irak sorununa ilişkin üret(eme)diğimiz politikaların ne kadar tutarlılıktan uzak olduğu küçük bir hafıza turuyla çok rahat herkesin hatırına gelebilir. Şu anda biri merkezi Irak devletinin başında, diğeri kuzeydeki bölgesel yönetimin başında bulunan bölgesel iki lidere diplomatik pasaport veren ve tek çıkış kapıları olan Türkiye'den istedikleri zaman dünyaya açılmalarına müsaade eden bir ülke nasıl oluyor da "aşiret lideri" küçümsemesiyle bu siyasilerle ilişki kurmaktan kaçınıyor. Denilebilir ki, onların da Türkiye'ye yaklaşımlarında 1991'e göre büyük bir değişiklik olmuştur. Siz, size göre yabancı bir ülke olan Irak'ın içişlerindeki bir politik tercihi "kırmızı çizgilerinizin ihlali olarak" görürseniz herhalde  onlar da sizlere karşı tavır değiştirme hakkına sahip olurlar. Kaldı ki 2003 müdahalesiyle ortaya çıkan konjonktürde bir temenni olmaktan öteye gitmeyen "Irak'ın birliğini sağlama"nın fiili imkanı ortada var da biz mi göremiyoruz? Ya da, azınlık bir Sünni ailenin Kürtleri, Türkmenleri ve çoğunluktaki Şiaları, demir yumrukla yönetmesinin adı "Irak'ın birliği"ydi de biz mi şu anda buna muttali olduk? Kuzey Irak politikasını, Kerkük'teki sayılarının ne kadar olduğu ihtilaflı olan ama Irak'ın kuzeyinde yaşayan  Kürt'lerden çok az olduğu tartışmasız olan Türkmen'ler üzerine kuran bir zihniyetin büyük bir bölge devleti gibi mi davrandığı yoksa küçük bir şoven devlet gibi mi davrandığı sorusuna herkes namuslu bir cevap düşünmelidir. Eğer oradaki Türkmenler  Yozgat'taki ve Kayseri'deki Türkler ile akraba ise, Araplar Siirt ve Mardin'deki Araplarla ve Kürtler de Diyarbakır'daki ve Şırnak'taki Kürtlerle akraba olmakta değiller midir? Oranın Şiileri Iğdır'dakilerle, sünnileri de İzmir'deki ve Tekirdağ'dakilerle akraba değiller midir? Eğer Türk'ü Kürt'e ve Arap'a üstün tutmuyorsak o halde herkese eşit davranmak, herkesin meselesine aynı duyarlılık ile yaklaşmak gerekmiyor mu? Bu duygudaşlığı kuramayanlar Diyarbakır üzerindeki hakimiyetlerinin meşruiyetini kendileri tartışmaya açmış olmazlar mı? Ya da soruyu bir başka şekilde soralım: Demografik yapı bugünkünden farklı olsa ve  Kuzey Irak'ta özerk bir Kürt devletinin değil de özerk bir Türk devletinin kurulması söz konusu olsa idi, bu devletin mevcudiyeti ve meşruiyeti konusunda, acaba, "Irak'ın bütünlüğü kırmızı çizgimizdir" söylemi her halükarda sürdürülecek miydi? İsterseniz bir başka soru daha soralım: ABD ile her türlü askeri, ekonomik, siyasi ve stratejik ilişki kurmakta bir beis görmeyenlerin komşu bir ülkedeki bir grubun aynı ilişkileri kurmasını gayri meşru görmesi ne kadar meşrudur? Bu sorulardaki amaç ayrılmanın ve parçalanmanın teorisini kurmak değil, tutarlı ve adil olmanın ne kadar önemli olduğunu vurgulamaktır. Bu soruların üzerine, bir Müslüman olarak, etnik temelli ayrışmanın tehlikeli ve sonu olmayan bir emperyalist proje olduğuna, doğru olanın adalet ve eşitlik temelinde beraberlik olduğuna inandığımı bir kez daha belirtmekde yarar var. Amerikan Senatosu'nun geçen haftalarda Irak'ın üçe bölünmesini görüştüğü, Şiîler, Sünnîler ve Kürtler diye düşünülen ayrışmada sünni olmalarına karşın Kürtlerin etnik kimlikleriyle adlandırılarak diğer sünnilerden ayrıştırılmaya çalışıldığı, bir bölünme olacaksa Türkiye, İran ve Suriye'nin de parçalanma tehditi altında olacağı, parçalanmayla ortaya düşen çarpışan grupların kurtarıcı olarak kaosu yaratan ama çatışmada taraf olmayan güce sonuna kadar muhtaç olacağı bir tarihi tecrübe olarak hatırda tutulmalıdır.

Türk Ordusu tarafından Kuzey Irak'a yapılacak olası bir müdahalede, bölgenin özerk yönetimine ait unsurlarla çıkabilecek muhtemel çatışmaların "Kerkük'e saldırıyı Diyarbakır'a saldırı sayarız" kabilinden milliyetçi tepkileri tetikleyebileceğini ve Türkiye Kürt'lerinde marjinal olarak bulunan ayrılıkçı talepleri konsolide edeceğini tahmin etmek zor mudur acaba? Kendi Kürt'üyle kırgın olan Türkiye'nin bölgedeki diğer Kürt'lerle arasına kan girmesi, sadece Irak'ın parçalanmasını kolaylaştırmakla kalmayacak kendi  Kürt'lerindeki milliyetçi dayanışma duygularını pekiştirerek bütünlüğünü de tehlikeye sokacaktır. İçinden çıkamayacağı bu bataklıkta, oradaki Kürtlerle savaşıp buradaki Kürtlerini şovenleştirecektir. Bu proje, yani bölge devletlerinin parçalanıp birbirine düşman devletlere dönüştürülmesi projesi elbette AK Parti projesi olamaz. Son seçimde Doğu ve Güneydoğu bölgelerinde DTP ile neredeyse benzer desteği alan bir siyasi partinin, halkın kendisine verdiği "bütünleşik ve demokratik Türkiye" mesajına aykırı hareket etmesi herhalde siyasi akla uygun düşmez.

 

"Tezkereye evet, müdaleye hayır" yaklaşımı ise hükümetin kendisini kendi eliyle köşeye sıkıştırması demektir. Bu durumda hem askerler hem de siyasi muhalifler alındığı halde kullanılmayan bu yetki nedeniyle iktidarı sıkıştıracak ve oluşacak kayıplardan doğrudan sorumlu tutacak, hükumet ise bu baskı karşısında kaçınılmaz olarak müdahale etmek zorunda kalacaktır. Yani kullanılması düşünülmeyen ve karşı tarafa baskı unsuru gibi gösterilecek olan bir yetki, hükumetin kendisine baskı unsuru olacak ve müdahaleye mecbur bırakacak bir bumeranga dönüşecektir.

 

Her sene ısıtılıp ısıtılıp masaya konulan bayatlamış Ermeni tasarısını, ABD'nin istemediği(!!!) şeyi (Irak'a müdahaleyi) yapmaya çalıştığı için Türkiye'nin cezalandırılması olarak değerlendirmek, bize gösterilene bakıp gösterilmeyeni gözden kaçırmak demektir. Milletvekilleri ve bakanlarıyla yollara düşen Türkiye'nin, Amerikan Kongresinde istediğini elde edememesi, eğer gerçekten kamuoyunun ve muhtemelen Türkiye adına bu temasları yürüten yetkililerin de inandığı gibi, ulusal onurumuzu rencide eden bir tasarının kabulü demek ise, bu Türkiye adına bir başarısızlıktır. Ama bu tasarı, Kuzey Irak'a müdahalenin ABD'ye rağmen yapılmış bir "Kasımpaşalılık" olarak algılanmasını sağlamak, dolayısıyla müdahalenin Türkiye kamuoyunda meşruiyetini pekiştirmek için düşünülmüş bir PR faaliyeti ise, tasarlayanlar açısından başarılı olmuş demektir. Artık kim tutar Türkiye'nin delikanlı yöneticilerini: Haydi Irak'a, madem ki ABD istememektedir, bu bile tek başına doğru olanının yapıldığını göstermektedir...! Tasarı'nın gerçek niyeti hakkında bu kadar kuşku beslenmesi belki abartılı bulunabilir ama Türkiye'nin geleneksel müttefiki olan İsrail ve ABD'nin en etkili Yahudi lobi kuruluşu ADL'nin aleyhteki bu tavrı tatminkar bir şekilde açıklanmadıkça bu kuşkuyu sürdürmekte bir beis görülmemelidir. Tasarının geçmemesi için ABD'deki Yahudi lobilerini harekete geçirmesi talebiyle; Suriye'ye hava saldırısı yaptığı resmen açıklanan ve saldırı dönüşü uçaklarının yakıt tanklarını Türkiye'ye bırakan, kendisinden en üst düzeyde bilgi istenmesine rağmen cevap verme nezaketi göstermeyen İsrail'e giden Dışişleri Bakanı Ali Babacan'ın; İsrail Devlet Başkanı'nın yanı sıra Filistin Devlet Başkanı Mahmud Abbas ve onun kanunsuz olarak başbakan atadığı Feyyaz ile görüşmesi fakat seçim kazanmış İsmail Haniye ile görüşmemesi Türkiye'yi hem bölgede hem de müslüman vicdanında yalnızlaştırmak demektir. Yalnızlaştırılmış Türkiye emperyalist projelere ve parçalanmaya karşı daha savunmasız Türkiyedir.

 

Sonuç olarak; 1 Mart'ta gösterdiği siyasi akıl nedeniyle ABD tarafından affedilmeyen Türkiye, o gün iteklendiği halde girmediği bataklığa bugün kendi bütünlüğünü sağlama yanılgısıyla kendi eliyle sokulmak istenmektedir. Bu bir emperyalist projedir. Irak'ın parçalanmasını teyid etmekten öte Türkiye ve İran Kürtlerini de ayrılıkçı kampta konsolide etmeyi amaçlamaktadır. Kendi Kürt'üyle kavgalı Türkiye'yi komşu Kürtlerle de kan davalı haline getirerek İsrailleştirmeyi amaçlamaktadır. Nihayetinde ortaya çıkacak olan parçalanmışlık hali bölgedeki ABD patentli sömürü ve köleleştirme düzenini derinleştirmekten başka bir şeye yaramayacaktır. Bu tarihi dönemeçte yapılacak olan "Kasımpaşalılık", asker gibi değil akıl ve irfan sahibi bir siyasi deha gibi düşünmektir. Bu Millet, kendi irfanınca "vakıa-i hayriye" diye nitelediği Yeniçeri Ocağı'nın tasfiyesine belki tanık olmuş ama yeniçeri zihniyetinin tasfiyesine tanık olma saadetine maalesef henüz erememiştir. Bu zihniyet kimi zaman "istemezük" tutturmasıyla üniformalı bürokratlarda görülürken kimi zaman da sivil ve siyasi akıl yerine asker gibi düşünen yetki sahibi sivillerce sürdürülmektedir.

 

 

Ahmet Faruk ÜNSAL: 22. Dönem Adıyaman Milletvekili