Uzun zamandır, Türkiye'de laiklik tartışmasının sadece siyasal bir ilke veya kavram tartışması olmadığını söyler dururum. Bundan 20 yıl önce, laiklik konusunda doktora yapmaya karar verecek kadar bu konuyu önemseyen biri olarak, şimdi geldiğim noktayı sizinle paylaşmak istiyorum. Kendimi, görüşlerimi çok önemsediğim için değil, halen tüm toplum olarak bu konuyu ateşli biçimde tartışmaya devam etmekte olduğumuz için. Dahası, halen daha uzun uzun konuşmaya muhtaç olduğumuzu düşündüğüm için.
Geldiğimiz noktada, kişisel hikâyelerimizi anlatıp, paylaşmanın çok faydası olduğuna inanıyorum. Pazartesi günü Vatan gazetesinde Prof. Nur Vergin ile yapılmış röportajı, ardından dün Hürriyet gazetesinde Ertuğrul Özkök'ün Vergin'in söylediklerine tepki gösteren yazısını okudum. Nur Vergin, bir zamanlar evinde Kuran okutmak isteyip, komşularının tepki göstermesinden çekindiğini anlatmış. Özkök, din konusunda bu ülkede böyle
bir baskı olmadığını söyleyip itiraz etmiş.
Her ikisinin de söylediklerinde haklı ve samimi olduğunu düşünüyorum. Zira, bu ülkede dine ilişkin her şeyin fazlasıyla tepkiyle karşılaştığı bir çevre ve ortam var, bu gerçeği inkâr edersek, dindar muhafazakâr kesimlerin duygu ve tepkilerini kavramakta zorlanırız. Ancak, bu dar çevre
ortamını tüm Türkiye'ye genellemek ve buradan hareketle yargıya varmak da sorunlu.
İtiraf etmeliyim ki, ben de zaman zaman bu hataya düşmüş biriyim. 20 yıl önce, bu konu hiç de gündemde ve popüler değilken, laiklik çalışmaya karar vermemin, Türkiye'ye ilişkin öngörülerimin isabetinin yanı sıra çok şahsi nedenleri de vardı. Ben laiklik ve Batılı modernleşmenin en keskin şekilde algılanıp yaşandığı bir aile ve sosyal çevrede büyümüştüm ve bunun Türkiye'nin geneli açısından sorunlu bir durum olduğunu hissediyordum. O zaman da, yetiştiğim ortamın dar bir çevre olduğunu biliyordum, ancak bu çevrenin tutuculuğuna tepkimin, din konusundaki baskıları abartmama neden olduğunu görüyorum. Nur Vergin'in de benzer bir ortamı söz konusu ettiğini ve oradan hareketle yorum yaptığını düşünüyorum.
Diğer taraftan, ne kadar dar bir çevre veya ortam desek de, bu ortamın hâkim kültür kodlarını belirlediğini hatırlarsak, muhafazakâr çevreden insanların tepkisini anlamak konusunda daha hakkaniyetli davranacağımıza inanıyorum. Ben laik Cumhuriyet ile barışık bir şekilde büyüdüm, çünkü okulda okuduklarım, televizyonda seyrettiklerim, iyi, doğru ve itibarlı olarak kabul edilen şeylerle benim yetiştiğim aile ve sosyal ortamın değerleri tam bir uyum içindeydi. Evindeki değerler ile okuldaki, kitaplardaki değerlerin çok farklı olduğu insanlar için aynı uyumun olmayacağını anlamak zorundayız. Diğer taraftan, 'Madem durum bu, hadi o zaman toplumsal hayatın kodlarını bu sefer muhafazakâr değerler üzerinden yeniden kuralım' dediğinizde de, artık azınlıkta da kalsa diğer insanların
dünyasını altüst edeceğinizi, bu yönde tepki çekeceğinizi bilmek durumundasınız.
Ayrıca, Cumhuriyet ve hatta sadece Cumhuriyet de değil, bu toplumda 150 yıllık bir modernleşme/Batılılaşma sürecinin birikimini 'topluma yabancı' diye bir kalemde silip atmanın çok ciddi bir kültür kaybı olacağını da hesaba katmak zorundayız. Şimdilerde muhafazakâr çevrelerin ve onların 'demokrat' destekçilerinin bu eğilim içinde olmasının sıkıntılarını yaşıyoruz. Bu noktada, muhafazakârlık adına Osmanlı mirasından dem vurmanın çok anlamı yok. Zira, şimdiki muhafazakâr hayat tarzı, kültürü dediğimiz şey daha ziyade kırsal kökenli bir kültür ve muhafazakârlık. Osmanlı muhafazakâr veya dini kültürü, Cumhuriyet'ten çok daha seçkinci ve dar bir çevreye mahsustu ve hemen tamamen yok oldu.
Tüm bunları, kavgasız gürültüsüz daha açık ve samimi bir şekilde ve bol bol konuşmak durumundayız. Bu arada ve bu çerçevede, kişisel hikâyelerimizi devreye sokmanın çok yerinde ve faydalı olacağını düşünüyorum.
Kaynak: Radikal