Saddam Hüseyin 1980’de İran’a saldırdı. Devrim sayesinde İranlıların karşı atak yapamayacak kadar bölünmüş olduklarına hükmetmişti. Yanlıştı. İranlılar hemen harekete geçtiler, Ayetullah Humeyni teokrasisine karşı son muhalefet de ezildi ve İran, düşmana karşı yek vücud oldu.
İsrail veya ABD, nükleer programı durdurmak kastıyla İran’ı bombaladığı takdirde Tahran’ın nasıl tepki vereceğini bilmek için daha fazlasına aramaya ihtiyaç yok. Depresyon/çöküntü, bölünme ve işlev bozukluğuyla yanıcı bir karışım haline gelen – dengesiz cumhurbaşkanıyla arası bozuk Brejnevvâri bir dini liderin nezaretindeki - İran toplumu bu kez öfkeli bir halde birleşecektir.
ABD Savunma Bakanı Leon Panetta’nın uyarı mahiyetindeki sözleriyle belirttiği gibi “niyetlenilmemiş neticeleri” olabilir bunun. Bu neticeler arasında şunlar var: Zayıf düşmüş İslam Cumhuriyetini bir nesil boyunca kenetleyecek bir cansuyu; Irak ve Afganistan’da Amerikan can kayıplarının hızla artması; İsrail’e karşı doğrudan ya da (Hizbullah vasıtasıyla) dolaylı misillemeler; cihatçı ideoloji tam da yorgun düşmüş görünürken ve Arap Baharı hassas bir süreçten geçerken ortaya çıkacak bir radikalleşme dalgası; artan petrol fiyatlarının küresel ekonomiyi vurması; çökmekte olan bölgesel cazibesinin Batı bombalarının düştüğü bir diğer Müslüman ülke olması yüzünden yeniden canlanması; terörün artması; ve sonuç olarak da Başbakan Musaddık’ı deviren CIA darbesinin bıraktığı silinmez izlere benzer bir hıncın ateşlemesiyle İran’ın nükleer silahlanma yarışına girişmesi.
İran’a saldırmak, cazip bir öneri değildir. Fakat şüphesiz nükleer bir İran da cazip değildir. Ve mahzurlar var.
İran nükleer krizi kötü bir film gibi dönüp duruyor. Filmin devamının devamını izliyoruz artık. Güvenlik stratejisyeni ve Harvard Profesörü Graham Allison bunu “ağır çekim Küba füze krizine” benzetiyor.
İsrail liderleri yıllardır yaptıkları gibi uyarıyor, askeri saldırı için zamanın tükenmekte olduğunu söylüyorlar; Cumhuriyetçi başkan adayları Tahran’a karşı kavgacılıkta birbirleriyle yarışıyorlar; İran, askeri nükleer eşiği biraz geçmek için onlarca yıllık kafa karıştırıcı yengeç yürüyüşünü sürdürüyor; ve Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu, hedefe gönderilebilir bomba üzerinde çalışmalar yapıldığına dair muteber deliller buluyor.
Ağır çekim de olsa amatörlere uygun bir oyun değil bu. İranlı yetkililerle temas kurmayı yasadışı kılacak “İran Tehdidini Azaltma Kanunu” gibi Kongre’nin önünde bekleyen Orwellvâri tertipler sadece tehlikeli bir şovenlik üretir.
Dört kilit unsur olduğunu düşünüyorum: Birincisi, İran, nükleer silahların tetikleme mekanizmalarıyla ve hassas patlatıcılarla oynamıyor çünkü elektrik üretmeyi istiyor. Kendi bölgesinde (İsrail, Pakistan, Hindistan ve Rusya) yaygın olan bir askeri-nükleer kapasite arayışındadır.
İkincisi, bu amaca doğru topallayarak ilerlemesi – Pakistan’dan çok daha yavaştır – etkin karşı önlemlerin (Stuxnet virüsü, ölen bilim adamları) yanısıra derin bir atalet ve belirsizlikle ilgilidir; dini lider Ali Hamaney “devrimin muhafızıdır” ve İslam Cumhuriyetinin bekasıyla ilgili olarak Hamaney hakkındaki hükümleri de etkileyecek böylesi muhafazakâr bir işte de bu sıfatı taşır. Nükleer program, varacak bir yeri olmasa bile, kırılgan bir toplumun ulusçu tutkalı olmuştur.
Üçüncüsü, 2009’daki ayaklanmanın sarstığı İran, bitkin düşmüş devrimci rejimi olan genç bir ulus, vesveselidir: Sert/konvertibl paraya olan yoğun talep yüzünden gayri resmi dolar kuru resmi kurun üstüne çıktı; temel ihtiyaç ürünlerinin fiyatları uçtu; büyük bir bankacılık skandalı, yaygın yolsuzluğun altını çizdi; İran’ın ulvî üstyapısı (Hamaney) ve hileyle seçilmiş cumhurbaşkanı Ahmedinejad arasındaki gerilim ise zaten zehirleyicidir.
Dördüncüsü, Arap Baharının büyük kaybedeni İran’dır zira bu ayaklanmalar, hesap verilebilirlik ve temsil adınadır ki İran Devriminin özgürlük vaad edip sonra müelliflerine vermeyi reddettiği tam da budur. İran modelinde ilham verici bir şey bulan kimse yok.
Kısacası, Batının düşmanları kesinlikle İran halkı değildir; İran liderleridir ve İran, nükleer silah kapasitesi arayışındadır. Fakat ülke mütereddit ve bölünmüş bir haldedir ve savaş da istemiyor. Hamaney yaşlanıyor; yerini kimin alacağı ise belli değil. Birkaç yıl sonra yapılacak cumhurbaşkanlığı seçimleri, İran’ın felç edici çelişkilerini âşikar edecektir.
ABD ve İsrail aceleci bir askeri saldırıya direndikleri müddetçe, bu şartlar onlara etkili manevra yapacakları bir saha sunmaktadır. Gâye, İran’ın iç bölünmelerini artırmak olmalıdır yoksa İran’ı cinleri başında toplanmış vaziyette bir azim etrafında birleştirmek değil.
George Kennan, kuşatma politikasının doğmasına yol açan 1946 tarihli Uzun Telgrafı’nda, Batının ideolojik düşmanı da olan Sovyetler Birliğinin aşırı gerildiği ve ekonomik olarak zayıf olduğu gözleminde bulunmuştu. Sovyetler Birliğinin bomba imal ettikten sonra bile metanet göstererek kuşatılabileceğine hükmetmişti ki isabetliydi.
Sovyetler Birliğinden daha öngörülemez olan İran, askeri harekâtın haricindeki tedbirlerle bomba üretmenin gerisinde durdurulabilir. “Kuşatma” ve “men” politikasına ihtiyaç vardır. İsrail ve Körfezin tahkim edilmiş savunmasıyla İran’ı kuşat – ki seyir halindeki bir süreçtir. Örtülü bir şekilde (Stuxnet 2.0 vb) zarar açarak, konvertibl paraya erişimini engelleyici zorlu tedbirlere başvurarak ve son çare olarak da John Kennedy’nin füze krizi sırasında Küba’ya yapılan sevkiyatlara getirdiği kısıtlamalara benzer şekilde “karantina” uygulayarak İran’ı şu anki nükleer belirsizliğinin içerisinde daire çizmeye mecbur et.
Sabra nasıl baktığınız zamana nasıl baktığınıza bağlıdır. Zaman, İran’ın tarafında değildir.
Kaynak: NY Times
Dünya Bülteni için çeviren: Ertuğrul Aydın