Richard Haass'ın kaleme aldığı "War of Necessity, War of Choice: A Memoir of Two Iraq Wars" adlı kitabın yakın tarih, şahsi hâtıralar ve de karar alma hakkında vaka çalışmalarının ele alındığı bölümler dikkatlice okunmayı hak ediyor. Bunun nedeni Richard Haass'ın sadece etkileyici bir özgeçmişe sahip olması değildir – üst düzey bir dış politika yetkilisiydi ve şu an Amerikan Dış İlişkiler Konseyi'nin başkanı – veya ABD yönetiminin zirvesinde yapılan ve oniki yıl zarfında Irak'ta iki önemli savaşla sonuçlanmış müzakerelerin muhasebesini idrak sahibi ve içeriden birisi olarak yapmış olması da değil. Kitabın ilave önemi, müstakbel bir Amerikan Dış İşleri Bakanı veya Ulusal Güvenlik Danışmanı'nın, ABD'nin Ortadoğu politikaları için alması gereken derste saklıdır.

1991 yılında Saddam Hüseyin Irak'ına karşı alınan savaş kararında, Ulusal Güvenlik Konseyi Ortadoğu masasının kıdemli bir çalışanı sıfatıyla Haass'ın da payı vardır. Saddam'ın birdenbire Kuveyti işgal etmesini Ortadoğu'nun istikrarını ve Suudi Arabistan'daki Amerikan yanlısı rejimin bekâsını tehdit eden kabul edilemez bir saldırganlık olarak tanımlamada Ulusal Güvenlik Danışmanı Brent Scowcroft'a yardım etmiştir. Haass, Başkan George H.W. Bush 'un bu görüşü daha ilk günden tuttuğunu söylüyor. Hâtıraların kahramanları Bush ve Scowcroft.

ABD'nin Irak'a verdiği tepki de önemlidir, Haass'ın naklettiğine göre Washington, Saddam'ın geri çekilmesini sağlamak maksadıyla uluslararası desteği seferber etmek için sistematik bir diplomatik kampanya düzenledi. Nihayetinde, güce başvurulduğunda, ABD liderliğindeki askeri kampanyada önemli sayıda Avrupalı, Arap ve Müslüman askeri birlikler (ki jeopolitik bakımdan daha önemlidir) vardı. Suriye bile katılmıştı.

Askeri harekât bir gereklilikti (zorunlu savaş / war of necessity) ve bu zorunlu savaş, Saddam'ın askeri kabiliyetini yok etmek ve Irak'ın Kuveyt'ten çıkmasını sağlamak gibi sınırlı ve belirli stratejik hedeflere odaklanmıştı. Her iki hedef de önceden belirliydi ve ulaşılabilirdi ki ulaşıldı da. Hedeflerin hiçbirisi hârici güdülemelere dayanmıyordu ve izlenen politika, eylemsizliğin potansiyel mâliyetini odağı olan bir askeri tepkinin daha sınırlı mâliyetiyle kıyaslayan nesnel bir hesabı yansıtıyordu. Burada kaydetmeli ki Birleşik Devletler 1991'den önceleri İran'a karşı savaşında Irak'ı destekledi; Haass'ın da yazdığı gibi ABD, İran'a karşı Irak'ın kimyasal silah kullanmasına sesini çıkarmadı; ve ABD'nin Irak'la ilişkileri geliştimesini bizzat Haass da istemişti. Kısaca söylemek gerekirse, inatçı bir ders kitabı realizmi ABD politikasına rehberlik ediyordu.

Haklı ve Haksız Savaş
Haass, kendisinin tanımladığı üzere, on yıldan biraz fazla zaman sonra yapılacak İkinci Körfez Savaşına giden kararlarda "yan" oyuncuydu. Colin Powell döneminde Dış İşleri Bakanlığı siyaset planlama dairesinin başındaydı. Siyaset planlama dairesinin etkisi yıllar içerisinde azaldı. Haass bu göreve getirildiğinde sorumlulukları Dış İşleri Bakanına konuşma metni hazırlamaktan belirli politik inisiyatifler teklif etmeye kadar geniş bir yelpazeye yayılıyordu ancak bu daire, Soğuk Savaş'ın arefesinde George Kennan yönetiminde Amerika'nın büyük stratejisini şekillendirdiği o kutsal mevkiye bir daha asla erişemedi.

Powell, Başkan George W.Bush'un 9/11 sonrası Saddam saplantısı ve iddia edilen kitle imha silahları hakkında danıştığı küçük kümenin başat aktörü değildi. Haass'a göre başkan, saldrma kararını 2002 Temmuz'una kadar çoktan vermişti, her ne olursa olsun yapılacaktı. O vakitlerde ulusal güvenlik danışmanı olarak çalışan Condoleezza Rice (birinci Bush yönetiminde Haass'ın Ulusal Güvenlik Konseyi'nden meslektaş ve arkadaşıydı), telaşla savaşa koşturmaya şüpheyle yaklaşan Haass'ın bu şüphesini reddederken saçları diken dikendi. Savaş ve barış meselesinin kapandığını kesinkes belirtmişti.

Savaş tercihinin (ihtiyâri savaşın / war of choice) dikkatli bir tartmanın ürünü olmadığı, kanaate dayalı bir tercih olduğu artık bugün çok açık – Haass'ın muhasebesi bunu güçlü bir şekilde teyid etmektedir. Yüzü Manici basitleştirmelere dönük büyük "hüküm sahibi" tarafından yapılmış ve yönetimindeki neocon müdaafilerden oluşan bir küme tarafından tutkuyla teşvik edilmişti. Haass'ın anlattığına göre kötü kahramanlar – genç Bush'a ilave olarak – Rice, Başkan yardımdıcısı Dick Cheney, Savunma Bakanı Donald Rumsfeld ve yardımcısı Paul Wolfowitz ve Bağdat'taki Geçici Koalisyon Yönetimine başkanlık eden Paul Bremer'di.

Haass'ın değindiği karar verme sürecindeki noksanlıklar acıklı. Bush'un öyle pek nazar-ı dikkate almaması dolayısıyla Dış İşleri Bakanlığının (I. Körfez Savaşı sırasında başında James Baker'ın olduğu zamanların aksine) marjinalleştirildiğini defalarca kaydediyor. Haass 2003 yılı başlarında Powell için askeri harekâtın muhtemel alternatiflerini zikrettiği bir memorandum hazırlar. "Bush'un bir çıkış yolu olduğunu bilmesini istedim" diyor. Ne ki memorandum hiçbir yere ulaşmamıştır.

İhtiyâri savaşa başlarda kendisinin de sıcak baktığını dürüstçe kabul etmesiyle Haass'ın yaptığı muhasebenin güvenilirliği de artıyor. Saddam'ın iddia edilen kitle imha silahları hakkında "hiçbir şüphe beslememiştim" diyor. Karar verme sürecinin keyfi ve tek taraflı vasfının rahatsız ediciliğine rağmen duyduğu sıkıntı öyle asli bir sıkıntı değildir.

Bu hayran bırakan samimi itiraf / kabul, Haass'ın vurguladığı ve kitabın başlığında kullandığı kilit farkla ilgilidir. Onun da dediği gibi, zorunlu bir savaş (I.Körfez Savaşı) Birleşik Devletlerin diğer devletlerin dış icraatlarına tepki verdiği ve bu icraatların kendi hayati çıkarlarını tehdit ettiğine hükmettiği takdirde yaptığı savaştır. Tercihe dayalı ihtiyâri bir savaş (a war of choice) ise bunun aksine ABD'nin diğer devletlerin vasfını değiştirmeye çalıştığı, ihtiraslı ideolojik ve manevi gâyelerle haklı kıldığı savaştır.

Tercih ve Zorunluluk
Problem işte burada: Herhangi bir savaş kararı, kendi devletine yönelik bir saldırıya tepki olarak yapılmadığı takdirde, dışarıda vuku bulan uğursuz bazı olaylara tepki olarak "zorunluluk" kavramının târifine ilişkin bir hükmün sonucudur. Haass, I. Körfez Savaşını güçlü bir şekilde destekledi (Saddam'ın Kuveyti işgalinden doğan bir zorunluluk neticesinde) ve ikincisine de karşı çıkmadı (başlarda Haass'ın da inandığı Saddam'ın kitle imha silahlarından kaynaklanan sözde tehdit yüzünden). Dolayısıyla her iki savaş da Haass'ın ıstılahında, mütaalasının bu aşamasında, tercihten daha ziyâde algılanan zorunluluğun neticesinde yapılmıştır.

Zorunluluk ve ihtiyâri olan arasındaki farklılık, savaşın âkıbeti mâlum olana dek hayli muğlaktır. Politika yapımcıları, ABD'ye düzenlenecek doğrudan bir saldırı dışında, askeri harekât başlatıp başlatmama hususunda her daim şarta bağlı hüküm vermek (tercih yapmak) durumundadırlar. O kararı nasıl aldıkları bu yüzden hayati önemdedir; entelektüel ve şahsi önyargıları ve de ideolojik eğilimleri muhakemelerini etkileyecektir.

Açıktır ki duyguya ne kadar az yer verilmişse ve akli muhakemeye ne kadar yer açılmışsa sonuç da o kadar iyi olacaktır. Seçeneklerin sistematik bir şekilde tartılması, ihtiyatlı bir analiz ve istihbaratın dikkatlice incelenmesi (bilinmeyene veya belirsiz olana karşı hassasiyeti de içermeli) gerekir – savaşa gitmenin muhtemel mâliyetleri ve uluslararası sonuçlarının sıkı bir değerlendirmeye tâbi tutulmasından bahsetmeye gerek bile yok. Son olarak aynı derecede önemli olan bir şey de şu ki savaş kararı, savaşla ulaşılmak istenilen hedefleri berrak bir şekilde içermelidir: İkinci Körfez Savaşının tutkulu hedefleri, sınırlı jeopolitik hedefleri olan ilkinin aksine, feci sonuçlarının olduğunu gözler önüne sermiştir.

Bir savaşın sonucu artık bilinir olduktan sonra, zorunluluk ve ihtiyâri seçim / tercih arasındaki fark da fena halde basit'tir. Tarihin makabline şâmil hükmü kaçınılmaz olarak basit bir düsturdan mülhemdir: Başarısızlık başarısızlığı, başarı da başarıyı doğurur. İkinci Körfez Savaşı çabuk bir zaferden başka bir de istikrarlı bir Irak demokrasisi kurmayı başarmış olsaydı – minnet duyguları besleyen "özgürleştirilmiş" Iraklıların Amerikan askerlerini kucaklamalarını ve Amerikan karşıtı isyandan uzak durmalarını da buna ilave edin – geriye dönüp bakıldığında bu savaş büyük bir ihtimalle haklı bir zorunluluk olarak değerlendirilecekti velev ki tek bir kitle imha silahı bulunmamış olsun. Diğer taraftan, şayet I.Körfez Savaşı Amerika'nın Irak'tan çekilmesini engelleyecek şekilde uzun süreli bir isyana yol açsaydı, barışı sağlamak üzere Amerika'yı beş yıllık harekâta çekmiş ve bölgesel huzursuzluğu kışkırtmış olsaydı, geri dönüp bakıldığında Kuveyt'in özgürleştirilmesi, yanlış bir stratejik seçenek olarak görülürdü (Farz-ı muhal olarak dile getirdiğimiz bu sonuçların gerçekte söz konusu olmamaları, iki savaş arasındaki can alıcı farkın, ilgili karar verme süreçlerinin ihtiyatlı rasyonalite ve ciddi bir realizm testine tâbi tutulma derecelerinde yattığını söyleyen varsayımı güçlendirmektedir).

Söz konusu olan İkinci Körfez Savaşı olduğunda, 11 Eylül'ün yarattığı ulusal sarsıntı ( "mantar bulutları" ve "III.Dünya Savaşı" gibi apokaliptik göndermelerden bahsetmek şöyle dursun, "islamofaşistler", "çihatçılar" ve "müslüman terörizmi" hakkında kullanılan demagojik ve ayrım gütmeyen bir dilin üzerine benzin döktüğü halkı korkutma kampanyası -bu kampanyanın sebebi her ne olursa olsun- bu sarsıntıyı katmerleştirmiştir) zehirleyici bir atmosfer yarattığı şimdi artık çok açıktır. Demokratik bir toplum, ilk başta sadece birkaç karar vericinin tutkuyla istediği şeyi panik içerisinde toplu halde imzaladı. Ulusal amigo olarak bizâtihi başkan, zorunlu olduğuna inandığı bir savaş için İngiltere Başbakanı Tony Blair ile oturup "casus belli/savaş sebebi" türetme imkanlarını bile görüşmüştü.

Bağdat'tan geçen yol
Haass'ın düşünceleri, Birleşik Devletlerin Ortadoğu'nun jeopolitiğini şekillendirmede, bilhassa da acıklı İsrail-Filistin çatışmasında yaklaşık olarak şu son yirmi yıldır sergilediği performans hakkında daha kapsamlı sorular doğuruyor. I.Körfez Savaşıyla elde edilen sonuç, sıkıntılı bu bölgeye yönelik daha kararlı ve yapıcı bir Amerikan politikası için kalkış noktası olabilirdi. Sovyetler Birliğinin çöküşüyle aynı zamana denk gelerek Birleşik Devletlere uzatmalı ama barışla sonuçlanmış küresel jeopolitik ve ideolojik çatışmanın gâlibi mührünü vurdu. ABD dik durdu ve kendisine duyulan küresel hayranlığın tadını çıkardı.

Haass'ın kaydettiği üzere Birinci Bush başkanlığı, tarihi olarak yakıcı ve bölgesel olarak radikalleştirici İsrail-Filistin çatışmasına son vermek maksadıyla ABD'nin liderliğini ileri sürmeye hazırdı. 1991 Madrid Barış Konferansı, âşikar kararlılığının somut ilk meyvesiydi. ABD, İsrail'in varlığına yönelik ılımlı bir duruş sergilemesi için Filistin Kurtuluş Örgütüne baskı yaptı ve aynı zamanda da İsrail'in Filistin topraklarında sürüp giden yerleşim yerleri inşasına güçlü bir itiraz geliştirdi. Dış İşleri Bakanı James Baker, AIPAC'a hitaben yaptığı önemli bir konuşmada İsrail'i gerçekçi olmayan Büyük İsrail vizyonundan ilk ve son olarak vazgeçmeye zorladı (konuşmayı hazırlayanlar Haass, Deniss Ross ve Daniel Kurtzer'di).

Savaştan kısa bir süre sonra, kongre baskısına rağmen, Bush, İsrail Başbakanı İzak Şamir Batı Şeria'da yerleşim yerleri inşasında ısrar edip dururken hatırı sayılır miktarda Amerikan kredi garantisi istediğinde bakışlarıyla işi bitirmişti. İsrail kamuoyu çok geçmeden Şamir'i reddetti ve başbakan olarak savaş kahramanı İzak Rabin'i seçti. Barış ihtimali arttı. Fakat Haass'ın izahında ortaya konduğu üzere Bush'un 1992 seçimlerini kaybetmesi, ABD çabasının enerjisini boşalttı ve bir süre sonra Rabin'e suikast düzenlenmesi Washington'ı barış arayışında ciddi ve yürekli bir ortaktan mahrum bıraktı. Clinton yönetimi ise ipe un serdi, ikinci döneminin sonlarına doğru gecikmiş ve eğreti – ve nihayetinde sonuçsuz kalmış – II. Camp David toplantısına kadar kararlı bir çaba sergilemedi.

Bu hususta sakıngan olmakla birlikte, Amerikan yönetiminde politika yapımcı olarak bulunsa neyi tercih edeceğine dair Haass bazı ipuçları vermektedir. Ona göre uzlaşmaya ve nihayet mutabakata götürecek gerçek bir barış, İsrail'e güvenlik sağlamalı, Filistinlilere hakkaniyetli davranmalıdır; ABD başkanı, bu amaç doğrultusunda, gerçek bir barışın kilit öğelerini açıkça tanımlamalıdır. George W.Bush'un bunu yapmada sergilediği başarısızlık, barışa giden anlaşılmaz bir "yol haritasını" bilinmeyen yöne giden bir yol haritasına çevirdi; bu arada Bush'un, İsrail Başbakanı Ariel Şaron'u "barış adamı" olarak nitelendirmesi Arapları daha da yabancılaştırdı. Sonuç ise uyuşmazlığın hem İsrailliler hem de Filistinliler tarafında kaderine terk edilmesiydi. Haass'ın samimi olarak verilmiş hükmüne göre ABD eyleme geçmede başarısız oldu.

Başkan Barack Obama, Haass'ın hâtıratından önemli dersler çıkarmalıdır. Şayet yeni başkan, bir önceki selefinin Ortadoğu'da yaptığı büyük hatalardan da Clinton yıllarının uzun süreli hareketsizliğinden de sakınacaksa hakkıyla başı çekmelidir. Kabul edilmelidir ki ABD'nin İsrail-Filistin çatışmasına yönelik yaklaşımında incelikli bir eksen kaymasının söz konusu olduğu son 16 yılın mirâsı, durumu onun için daha bir zorlaştırıyor: ABD her iki tarafı barışa doğru sevkeden gerçek bir aracı olmaktan çıkıp çatışmanın taraflarından birisinin lehine öyle pek de örtük olmayan tarafgir bir duruş sergilemeye başladı. Barışın geleceğine yönelik zararlı bir sonuç çıktı zira çatışmanın iki tarafı da ABD aracılığı olmaksızın kendi kendilerine gerçek bir uzlaşmaya varamayacaklarını kanıtladılar.

Durumu daha da kötüleştirircesine, islamcı ekstremizm Filistinliler arasında zemin kazanıyor ve İsrail politikası gitgide uzlaşmaz bir yöne doğru seyrediyor. Bir sonraki İsrail başbakanı, bir İsrail-Filistin barışının ciddi ciddi düşünülmesi için evvela Filistinlilerin iktisâdi bakımdan daha da gelişmesi gerektiğini söylerken bu esnada ABD'yi İran'a karşı savaşa dürtmeye çalışabilir gelecek aylarda. Uzun süreli kilitlenmenin (ve ona eşlik eden dönemsel şiddet ve onun verdiği imkanla yerleşim yerlerinin genişletilmesinin) iki devletli çözüm ihtimalini zehirlemeye çoktan başlamış olması tehlikesine karşın dillendirilen bu sav aslında herşeyi olduğu halde bırakmaya yöneliktir.
Bu şartlarda, iğrenç zorunluluk ve ıstırap verici tercih karşısında ABD'nin hareketsiz kalmayı sürdürmesi Amerika'nın kendi ulusal çıkarlarını incitecek, Filistinlilerin acılarına aldırmazlık olacak ve nihayet İsrail'in bekâsını tehdit edecektir. ABD'nin ihtiyaç duyulan liderlik cüretini en sonunda ispatlaması için Ortadoğu'da vakit geç her ne kadar çok geç olmasa da.

Dünya Bülteni için çeviren: Ertuğrul Aydın
Kaynak: Foreing Affairs
İngilizce başlık: A Tale of Two Wars