Haftalardır yazmıyorum. Nedeni, (el Cezire el Arabiye hatta Russia Today gibi) yazılı ya da görsel yayın organlarını boykot etmem değil tabii ki. (Faysal Kasım-el Cezire TV spikeri günde benim 70 kez Russia Today'e çıktığımı ama 2012 yılında bir kez bile el Cezire'ye çıkmadığımdan şikayet ediyor). Sorun kesinlikle medyatik olarak medyadan kaçmak değil. Para teklifi ya da psikolojik baskı ne kadar uygulanırsa uygulansın kimse beni kuşatma altına alamaz. Ancak sorun şu ki acı duyuyorum, bu konuda fazla da bir şey söylemek istemiyorum, ama gerçekten devrim adına birçok mahfilde karşı devrimin ilerleme kaydetmesi ve bunun yarattığı sonuçlardan acı duyuyorum. İlkeler ve değerler ayaklar altına alınıyor.

Eleştirinin revaçta olduğu bir dönemde siyasetin, bir hukukçu ve eleştirmen olarak bendeki eleştirel düşünceyi öldürmesi mümkün değil. Ben siyasi mücadeleye hukuk ahlakıyla girmeyi kabul etmiş biriyim. Bir başka ifadeyle siyasete, insan hakları, onuru ve değeri kapısından girdim. Çıkış noktası bu olunca düşmanların da çok olması normaldir. Yanlışa karşı susmayı pespayelik olarak görmek, insan hakları ihlallerinde adamına göre davranmak, failinin kimliği ne olursa olsun her türlü suçlunun cezalandırılmasını talep etmek, mezhebi kimliklere göre suikastlar yapmayı ve Hıristiyanların tenkil ve tehcirini kınamak, her türlü ortamda cinayet işleyen Şebbiha'yı protesto etmek, amaca götüren her yolun mübah olmadığını düşünmek... Bu yöntemle insanları memnun etmek pek mümkün değil. Özellikle de diktatörlük döneminde bu tür yaklaşımlara alışık olmayanları hoşnut etmek hiç mümkün değil.

"Nereye gidiyoruz?" sorusu artık meşru bir soru haline gelmiştir. Devrim; baskının, şiddetin, işkence ve yalanın yeniden üretimine vize veren bir kale falan değildir. Hem devrimden bahsedip hem mezhepçi ve etnik kışkırtıcılık yapmak, bu ikisini bir potada birleştirmek mümkün değildir. Hem sivil direnişten bahsedip hem de ordunun ağır silahlarını tahrip etmek olmaz.

Bu yüzden İslamcıların ya da laiklerin yaptığı gibi suskunluk elbisesine bürünmek benim yaklaşımım olamaz. Maalesef bu tavır son derece yaygındır. Bu beni üzüyor. İçerde ve dışarıda nüfuz elde etmenin bir yöntemi haline gelen siyasi finansı eleştirdim. Aynı şekilde amacı bölgede ve Suriye'de demokratik ve sivil bir yönetimi engellemek için başka bir oyunda bizleri piyon haline getiren uluslararası çekişmeler, bölgesel düşmanlıklar ve ittifaklardaki tarafları etkilemek, denklemi belirlemek için de siyasi finans kullanılmaktadır.

Aradan bir yıl geçtikten sonra rejim en berbat insani suçları işledi, tam da burada kurbanların, egemen polis devletinin mağduru zalime dönüştürmek için inşa ettiği kısır döngüyü derinleştiren pusulayı kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya bırakmaktadır. Kurban burada cellada dönüşmekte, medyası diktatörlüğün medyasıyla aynileşmektedir. Artık rejimin devrilmesi ya da diktatörlüğün inşasına ilişkin herhangi bir söz duymuyoruz. Tersine yarım yüzyıl boyunca özgürlük mücadelesi veren insanlara karşı saldırılara tanık oluyoruz. Bundan da önce devrimci kıyafetine bürünmüş tipler, utangaç tavırlarını bir kenara bırakıp tekfirci yüzlerini göstermeye başlamışlardır. Hatta bununla da yetinmeyerek kurdukları elektronik orduların başına geçip devleşmiş isimlerin imajını kirletmeye, kendileri cüce oldukları için yüksek gördükleri kapıların eşiklerinde cüce isimlerin reklamını yapmaktalar...

Suriye İntifadası-devrimi benim için insan, devlet ve vatanın yeniden inşası süreciydi ve hala da öyle. Suriyelilerin diktatörlüğün yarattığı kitlesel kulluğa karşı büyük bir haykırış, diktatörlüğün doğurduğu yöntemlerin sonu ve devrimci kudretin bize özgüveni, iyiliği, dürüstlüğü, dayanışmayı, kardeşliği, ulusal birliği, vatandaşlar arasındaki bütünlük ve uyumu yeniden kazanma gücünü verdiği ahlakın başlangıcıydı.

Suriye halkı, Irak trajedisine ve geniş iltica kervanlarına tanık olmuş, Libya'da olan olayları ve bunun maddi ve beşeri maliyetini görmüş (50 bin ölü ve 330 bin yaralı),  Yemen'deki olayları duymuştur (el Kaide'nin düzenlediği suikastlar ve askerlerin öldürülmesi), dolayısıyla devrimin barışçılığıyla silahlandırılması arasındaki farkı anlamışlardı. Bu yüzden de şanslıydı.  Ancak Antalya toplantısından itibaren peşinen alınmış bazı kararlar, Libya'da olduğu gibi bizde de bakanların aynı kalması şartıyla hayallerin ve bayrakların değişmesini öngörüyordu. Irak'ta olduğu gibi, Saddam'ın adamlarıyla Irak ordusu birbirine karıştırılıyordu, Bahreyn'de olduğu gibi Suriyeli olmayan güçler ülkeye giriyordu ancak bu kez rejimi desteklemek için değil muhalifleri desteklemek için.

Bu yaklaşımlar, devrimci grupların içerisinde azınlığı oluşturuyor. Abartısız Bernard Henry Levi'nin Paris'te Suriye toplantısını eleştirenler muhalefetin %90'ını oluştururken Bay Levi'nin bugün Batılı-Körfez medyasının parlak isimlerinin kendi bakış açısını siyasi incilleri kabul ettiklerini söyleyebilir, bizim devleti ve Suriye'nin birliğini tahrip etmeyi reddettiğimizden dolayı diktatörlükle işbirliği yapan birisi olarak değerlendirebilir.

İkiyüzlülük tedavülde olan bir para, pazarlık ise Şebbiha ve ajan ithamıyla karşılaşmamak için kaçınılmaz bir şart haline gelmiştir. Demagoji ise ihvan'la selefiyi, İslamcıyla liberali aynı projenin çatısı altında birleştiren bir unsur olmuştur. Güvenlik otoriteleri devrimi liderliğinden ve gerçek kadrosundan etmiş, bunun içini boşaltmış, devrimin en iyi yönlerini katletmiş kirli işlerini bulaştırmayı başarmıştır: Vatandaşları ahlaksızca suçlamak (Benim hisseme de Şeyh Arur'un saldırıları düştü).

Sahte belgeler: Rejim, medya ve basın yayın organları aracılığıyla bazı parti ve şahsiyetleri karalamak için sahte belgeler düzenledi. Aynı yöntem muhalefete de geçti ve her hafta ordunun eylem yöntemi ya da yabancıların yemekleri yahut İranlılara geçici izinler verildiğiyle ilgili sahte belgeler yayınlamaya başladılar.

Televizyon yayınları: İktidar, kamyon şoförünün silah kaçırdığını, okul öğrencisinin askeri eylemler düzenlediğini ispat etmek için TV’lerde sözde itiraflar yayınlayarak düzeysiz bir yol izledi. Bazı silahlı gruplar da aynı yönteme başvurarak ele geçirilmiş bir rehinenin, ya da kaçırılmış bir kadının yahut yanlış yerde ve yanlış bir zamanda bulunmuş birinin işkenceyle alınmış sorgudaki itiraflarını yayınlamaya başladılar.

Kaçırma, sorgu ve işkence: Rejime bağlı güçler kırk yıl boyunca işkencehanelere adam kaçırıp buralarda insanları sorguladı, ruh ve bedenin bütünlüğünü ihlal eden uygulamalarda bulundular. Toplum bu yöntemlere karşılık vermedi, tersine bu uygulamaları yok etmeye çalıştı. Ancak maalesef zalimin tuzağına düşen mağdur, bu tür uygulamaları benimsedi özellikle de bunlar bazı aşırılık yanlıları cephesinde kabul gördü.

İnsanları kaçmaya ve sığınmaya zorlamak: Rejim, uzunca bir süre azınlıkları, “çoğunluğun” kendilerine saldıracağı evhamını yaratarak korkuttu. Nisan 2011’de ordunun Dera’ya girişinin ardından mülteci olma düşüncesine karşı direndik. Ancak bu afet, kuzey bölgelere intikal etti ve birilerinin de teşvikiyle sırf NATO müdahalesine zemin hazırlamak için insanlar sığınmacı yapıldı ve insanlar kitleler halinde yurtlarından geç etmek zorunda bırakıldı. Tilkah ve Humus’ta kalan güvenlik güçleri bu bölgelerde operasyon yapınca bir de baktık ki çeyrek milyon insan yurtsuz kaldı ve 38 bin kişi sığınmacı oldu.

Medya yerine propaganda: Rejim, medyayı toplumsal devrime katılan ya da muhalif olan herkese saldırıda bulunmak, onlara sistematik iftiralar atmak ve gerçekleri ters yüz etmek için bir araç haline getirdi. Yavaş yavaş bütün devrimciler de aynı mantığı benimsedi, yalan söylemeye, abartmaya ve TV yayınlarında Beyrut’tayken kendisinin Humus’ta olduğunu, Ürdün’deyken kendisinin Dera’da olduğunu söylemeye başladı. Körfez medyası aynı propaganda oyununa sarıldı. Böylece kendimizi Stalin medyasını hatırlatan bir ikilem karşısında bulduk: Rejim daima haklıdır/ sokak daima haklıdır.

Suriye halkı yaklaşık yarım asırdan beri ilk kez, rejimin medyasından yüzlerce kat fazla seyredilen medya organlarında, kendisine basın yayın organlarında yer verilmemesinin intikamını alma fırsatını yakaladı. Ancak bu organlar, demokratik ve çoğulcu bir bilinç ya da dürüst bir medya ekolü oluşturmaya arzulu değildi. Rejimin propagandasından kurtulmak yerine suskun çoğunluğu devrimcilerden uzaklaştıran karşı propagandaya dahil edildik, halbuki yapılması gereken bu ikisini buluşturmaktı. Buna ilişkin açık bir örneğe bakalım: Nüfusunun en az %30’u gayrı Sünni %10’u da Kürt olan bir ülkede, Körfez ülkeleri kanallarında yayınlanan programlara konuk olanlar içerisinde“Sünni olmayan”ların oranı %5’i geçmiyorsa o zaman mezhebi kirlilikle malül bilinçlerin bilinç kirlenmesinin önüne geçeceğini nasıl düşünebiliriz? Sanki Suriye’deki bu yapısal ve işlevsel sorun yetmiyormuş gibi,  bir de cihad tacirleri Batıniliğe, Rafiziliğe ve Nusayriliğe karşı mücadele etmek için ta Mısır’dan, Körfez ülkelerinden ve Lübnan’dan geliyorlar.

Şeyh Yusuf Kardavi’nin Bahreyn’deki ayaklanmayı intifada olarak tanımlamayı reddetmesini burada hatırlatmak zaruri hale geldi. Böyle düşünmesinin nedeni, olayların mezhebi boyutu ve dış müdahaledir. Nasıl olur da bu insan (Sünnilerin kanı birdir) şeklindeki bir pankartın ya da bayrağın altında fotoğraf verebiliyor? Ya da mezhepçi açıklamaların altına imza atabiliyor ve NATO’nun müdahalesini isteyebiliyor?

Zalimle mazlumun birbirini bu denli taklit etmesi, devrime ve devrimcilere olan ilgiyi düşürmüş, rejimde görevli bir memurun yolsuzluk yaparak zenginleşmesiyle birkaç ay içerisinde zenginleşen muhalifler arasındaki farkı azaltmış, demokratik değişimin temel programı ve söylemini ortadan kaldırmıştır. Artık insanların ilgi duyduğu ve önem verdiği sivil ve aydınlanmış bir programdan bahsetmek mümkün değildir. Zira sivillik de demokrasi de eylemlerle ortaya çıkar. Muhalefet liderleri, bir takım popüler güdüleri tatmin etmek için mezhepçilik kışkırtması yaptığında sıradan bir vatandaşın şu ya da bu örgüte güvenebilmesi mümkün müdür?   

Rejimin barışçı bir yöntemi savunan devrimci hareketi şeytanlaştırmak için ürettiği politikalara cevap vermek ve onun selefilik ya da cihadilikle ilgili ürettiği komplolarına yanıt vermek için muhalefet içerisindeki bazı hareket ve kişiler, hakim finansal ve askeri yapının çıkar çemberine dahil olmayanlara karşı açık bir saldırıya geçtiler. Dolayısıyla Esed’in ordusu diye orduya nefret beslendi, halkın parası ve kanıyla inşa ettiği kurumlar vurulmaya başlandı ve devleti yıkmakla diktatör yapıyı yıkmak birbirine karıştırıldı. Ayrıca sanki biz bir açık artırmaya girmişiz gibi rakamlarla ve istatistiksel verilerle oynandı. Ancak kelimeler öldürür, her askere “Esed’in ordusu” dediğinizde ve bu mantıkla askerlerin kurduğu bir barikata saldırdığınızda ölenlere acımazsınız, devrim adına orada burada askerleri öldürmeye başlarsınız. Sonuç olarak bu yapılanların tıpkı rejimin yaptığı gibi bir cinayet olduğunu söyleyecek ne bir siyasi ne de bir analist bulabilirsiniz.

Diyalog, müzakere, halkın mücadelesinin siyasi kazanıma dönüştürülmesi, demokrasiye barışçı geçiş gibi temel kavramlar katledilmiştir. Henüz şimdiye kadar müzakereleri denemedik ki silahtan bahsetmeye mecbur olalım, ya da silahlı mücadele vermedik ki müzakere yapmak zorunda kalalım. Körfez ülkelerinden birinin bizi silahlandırdığını bu ülkenin Dışişleri Bakanı’ndan öğreniyoruz, ateşkesi kabul ettiğimizi de Washington’dan. Sonra da “Rejim bugüne kadar ayakta kalmayı nasıl başardı?” diye soruyoruz.  

Şüphesiz biz sıradan bir dönemde değil son derece kritik bir dönemde yaşıyoruz. Bu aşama, büyük liderlere gereksinim duyuyor, vehim pazarlayarak ya da yalan ticareti yaparak bunu siyasi ranta dönüştürmeye çalışanlara değil. Demokratik projenin Suriye halkının çoğunluğunun benimsediği ve onlar için cazip bir proje haline gelmesi için kirletilmiş kanın diktatörlüğün afetlerinden temizlenmesinin kaçınılmaz olduğu bir aşamadan bahsediyoruz. Sokakta demokrasi yanlılarının azalması ve yerini yeni aşırılıkçı çizgiye bırakarak gerilemesi nedeniyle evlerindeki insanlar da değişimden korkan insanlar haline geldiler. İç savaş, rejimin borazanlarının kullandığı bir enstrüman değil, tersine her geçen gün ülkeyi daha fazla tehdit eden objektif bir durumdur. 1858 yılında Matanyus Şahin, kendi unsurlarına zulmetmeyen yeni bir toplum için feodaliteye başkaldırdı. Ancak gerici güçler bunu Lübnanlılar arasında bir mezhep savaşına dönüştürmeyi başardılar. Tarihçilerin yıllar sonra daha ana rahminde katledilmiş devrimle ilgili bunları yazmaması için, devrimin ilkelerine sadık kalmak ve karşı devrimin her unsuruna karşı yeterli cesarete sahip olmak zorundayız.

Dünya Bülteni için Faruk İbrahimoğlu tarafından tercüme edilmiştir