Cumhurbaşkanı Abdullah Gül 'Hepimizin özeleştiriye ihtiyacı var' derken mutlaka kendisini de katıyordur; öyle olması beklenir. Dün Milliyet'te Hasan Cemal'e yaptığı açıklamada 'kaygılarımızın üstesinden hep birlikte gelebiliriz' gibi orta karar cümlelerle, kendi deyişiyle 'soğutma' çabasında olduğu izlenimi veriyor.
Ancak Cumhurbaşkanı Gül'ün bazı ifadeleri, hangi açıdan bakarsanız, o yöne doğru yorumlanabilecek türden. Hasan Cemal, 'AKP dünyası' ile ilgili bölümleri bugüne bıraktığını söylüyor. O yüzden Gül'ün geride bıraktığı varsayılan o dünyaya ilişkin söylediklerine bakmayı yarına bırakmak zorundayız.
Ama dünkü söyleşideki şu bölümü, AK Parti'nin bundan böyle izleyeceği hatta ilişkin tercihi açısından da mercek altına almakta yarar var.
O bölüm şöyle: "Türkiye'de demokrasi, laiklik, hukukun üstünlüğü gibi konularda yaygın bir mutabakat olduğuna inanıyorum. Bölünmüşlük konusunu abartmamak lazım. Bu arada kimse kimsenin hayat tarzına karışmamalı."
'Hayat tarzı' ifadesinin Cumhurbaşkanı Gül tarafından kibarca 'türban/başörtüsü' sorunu için kullanıldığını söylemek mümkün; daha önce de örnekleri var.
Gül'ün AK Parti-MHP işbirliğiyle Anayasa'nın 10 ve 42'nci maddelerindeki değişikliğin onaylanmasını 'daha geniş mutabakat ve ortak zemin' kaygısıyla 10 gün kadar beklettiği, o arada TOBB Başkanı Rifat Hisarcıklıoğlu'ndan Başbakan Tayyip Erdoğan, CHP lideri Deniz Baykal ve MHP lideri Devlet Bahçeli'ye aracı olmasını istediği de biliniyor.
Gül, hem eşi, hem de kızı nedeniyle üniversitelerdeki türban yasağından mağdur olmuş bir eş ve bir baba. Ülkenin Başbakanı, sonra Dışişleri Bakanı iken Bilkent'e giden kızının türbanı üzerine peruk takmak zorunda kalışını izlemenin Gül'de yol açtığı üzüntüyü bir baba olarak tahmin edebiliyorum. Eğer Hasan Cemal'e söz ettiği empati buysa, kızının ileride başını örtmek zorunda kalabileceğinden endişe duyan bir baba olarak, bu üzüntüsünü paylaşıyorum.
Buna karşın Gül, Başbakan olarak da Dışişleri Bakanı olarak da üniversitelerdeki türban yasağı konusuna açıktan dokunmamış bir siyasetçi oldu.
Gül neden o Anayasa değişikliklerini imzalamak için 10 gün bekledi? Bu hâlâ yanıtını tam bulmuş bir soru değil. (Hasan Cemal sordu ve yanıt aldıysa, yarın okuruz.) AK Parti'nin MHP ile üzerinde uzlaştığı protokol, Bahçeli'nin Meclis'te açıkladığı üzere 3 maddesiydi ve iki Anayasa maddesine ek olarak YÖK Yasası'nın ek 17'nci maddesinin de değiştirilmesini öneriyordu.
O değişiklikle türbanın yalnızca üniversitelerde serbest kalacağı, ama serbestliğin üniversite altı eğitimi ve kamu görevlerini kapsamayacağı sınırı çiziliyordu. Hatırlayalım, aynı günlerde AK Parti'den önemli isimler 'Neden olmasın', 'Bir gün o da olacak' türü demeçler veriyorlardı.
AK Parti'nin 22 Temmuz'da aldığı yüzde 47'ye yakın oyu, demokrasinin bir parçası olan hukuka üstün bir yetki olarak algılama eğilimi ağır basıyordu.
Erdoğan, belki de siyasi çevre baskısıyla o protokolü bozdu. O değişiklik Meclis'e gelmedi.
Acaba Gül, bu durumun devlet ve toplum hayatında ortaya çıkaracağı sıkıntıları gördüğü için mi 10 gün bekledi, aracılar görevlendirdi? Eğer öyleyse, ikinci soruyu sorabiliriz, neden imzaladı? Cumhurbaşkanı olarak, toplumsal çevre baskısı nedeniyle mi geri çevirmedi o Anayasa değişikliklerini?
Çünkü artık biliyoruz ki, Erdoğan'ın 'velev ki siyasi simge' sözüyle teyakkuza geçen Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Abdurrahman Yalçınkaya'nın AK Parti aleyhine kapatma istemiyle iddianame hazırlamasında, Gül'ün onayladığı o Anayasa değişiklikleri tetikleyici rol oynadı.
Şimdi yeni bir durum var. Daha önce türban değişikliğini bozan Anayasa Mahkemesi'nin AK Parti'yi laiklik karşıtlığından mahkûm eden, ama kapatmayan kararı hem siyaset, hem hukuka yeni manevra alanları, yeni başlangıç imkânları verdi.
Erdoğan şimdi 'Velev ki siyasi simge' ısrarı ile 22 Temmuz 2007 konuşması ruhu arasında bir tercih yapma durumunda. Mahkeme kararı öncesinde Başbakan ile gözlerden ırak buluşacak kadar siyasi konuları müşavere etmeye devam eden Gül, acaba Erdoğan'a ne tavsiye verecek? Gül, Erdoğan'ı ne yönde teşvik edecek? 'Yangın soğusun, aynen devam et, arkandayım' mı diyecek? Yoksa 'AB düzeyinde yaşayacaksak din siyasete ve idareye girmiyor, bunu görelim' mi diyecek? Hangisini diyecek?