Okuyanlar bilirler; geçen hafta, ele avuca gelsin diye cismanileştirmeyi hayal ettiğimiz demokrasiye, faraza, bir adam muamelesi çekmiş, ağzımıza geleni söylemiştik.


Mezkur yazıyı özetleyerek bugünkü yazımın kıta sahanlığına tecavüz etmek istemem. Lakin şu kadarcığını da hatırlatmazsak olmaz:


"Millet iradesi, diyerek, halkın kanına giriyor, kıytırık bir iddianame yiyince de anında tırsıyorsun!.."


Hulasa, buna benzer ifadelerle demokrasiye bir hayli sitem etmiştik.


Aklına gelen başına gelsin, diye kim beddua ettiyse artık, geçen gün rüyama girdi.


Öyle bitmez tükenmez kabus gibi bir rüya ki, Allah düşmanımın başına vermesin.


Malumunuz, rüyalar, sipariş veya davet usulü olmadığı için neden, niçin, nasıl diye hesap soramazsın. Yani, hiç bir şekilde itiraz edemez, bahtına çıkana katlanmak zorunda kalırsın.


Denilir ki; en uzun rüya 12 saniye sürer, ama, bazen bir asra bedel olur.


Uzun metraj halinde 'Renkli-Türkçe' gördüğüm "demokrasi rüyası" da aynen böyle; nerdeyse bir asır sürdü.


Neyse, lafı uzatmayalım.


Hatırladığım kadarıyla demokrasiyle şöyle tanıştık:


Nişantaşı'nda, Ihlamur Yolu üzerinde çevirdiğim bir taksi sert bir fren yaparak tam önümde durdu.


Arka koltuğa oturdum. "Taksim'e…" dedim. Lakin kime diyorum? Şoför yok!


"Nereye kayboldu bu adam?!..." gibilerinden etrafa bakayım demeye kalmadan, taksi hareket etmeye başladı.


Allah'ım bu nasıl iştir! Bu taksiyi kim sürüyor?!


"Nereye götürüyorsun lan beni; dur, ineceğim!.." şeklinde çaresizce haykırdım.

Ama kime? Benden başka kimse yok ki?


Kapıya davrandım, açılmıyor. Sanki kaynak yapılmış milim kımıldamıyor. Var gücümle tekrar zorladım; imkanı yok, olmuyor.


İşin garip tarafı, güzergâh doğru; taksi, Taksim yolunu tutmuş gözüküyor.


Tam Elmadağ'dan geçerken, baktım olacak gibi değil, ıslık çalmak niyetine, kendi kendime geyik çevirerek korkumu biraz olsun azaltayım, dedim:


"Biliyor musun? Buralar bir zamanlar hıyar tarlasıydı…"


"Hâlâ öyle…" dedi, bir ses.


Kim lan bu?!


Yanımda oldukça şişko ve albino bir adam oturmuş bana bakıyor.


Yüzümden kan çekilmiş; baştan ayağa titriyorum; dişlerim zangır, zangır birbirine vuruyor.


"Sen de kimsin?.." diye soracağım, soramıyorum.


Bu adam kim; ne zaman, nerden, nasıl binmiş?!


Neden sonra, bütün cesaretimi toplayıp, "Bu taksinin şoförü sen misin?" diye sordum. "Öyle olsa arka koltukta işim ne?" dedi, "Hem taksi gidiyor, görmüyor musun?"


Hay görmez olaydım; evet gidiyor, ama nereye?


"Bakınız beyefendi" dedim, son bir gayretle, "Bu taksiyi ben tuttum; lütfen iner misiniz?.."


Son derece sakin bir şekilde, "Ben de aynı şeyi iddia edebilirim" dedi, "Buna kim karar verecek?.."


Şoföre soralım, diyeceğim, şoför yok.


Tıslarcasına, "Ben ineyim o zaman, sen devam et." dedim.


"Nereye devam edeyim?" diye sormaz mı!


O kadar hayret ettim ki, "Gideceğin yeri bana mı soruyorsun?" diye çıkışmasaydım, ağzım uzun süre açık kalacaktı.


"Uzatmayalım" dedi, elini dostça uzatarak, "Tanışalım; ben demokrasi…"


Eline baktım, ince, uzun, çok uzun parmakları vardı.


"Yeni Şafak'ta 2 Nisan Çarşamba 2008 tarihli yazında, hakkımda ileri geri konuşmuştun; işte karşındayım ne diyeceksen yüzüme karşı söyle şimdi…" dedi.


Taksiden inince ayakkabılarının olmadığını fark ettim.


Ne yalan söyleyeyim; nedenini sormadım.


Takdir edersiniz ki, rüyada her şey sorulmuyor. (Belki de, yalınayak dolaşmakla, her ayakkabıya uygun ayağım var, demeye getiriyordur.)


Demokrasiyle işte böyle tanıştık ve çok geçmeden o kadar samimi olduk ki; o bana, "Salihciğim.." şeklinde hitap ediyor, ben ona, "Demoş" diyordum.


"Demoş" dedim, "Gel sana yemek ısmarlayayım…"


Bir şartla kabul etti:


Lokantayı o seçecek, parayı ben ödeyecektim.


Anlaştık.


Daha önce hiç bilmediğim bir lokantaya gittik.


Vicdansız Demoş doymak nedir bilmiyordu. Kaç tabak yemek yedi sayamadım.


Çok kıllı ve sarkık gür bıyıklı lokantacı gelip de, "Lütfen şuna bir son verir misiniz; diğer müşterilere yemek kalmıyor!.." diye nazikçe uyarmasaydı, daha ne kadar yerdi kim bilir?


Sağdan, soldan, Aysun Kayacı'dan lafladık. Lafın bi yerinde, "Valla Demoş" dedim, "insanları saymayı değil de tartmayı esas alsaydın belki Aysun haklı çıkardı…"


Demoş güldü.


Niye gülüyorsun, aklına yine nasıl bir cinlik geldi, diye sordum.


"Dağdaki çoban ağırlık bakımından Aysun'a fena basar." dedi. "Ne de olsa çok zayıf bir kadın…"


"Galiba yanlış anladın Demoş." dedim, "Ağırlık, dediğim, müktesebat ağırlığı yani…"


Birden ciddileşti ve yüzüme uzun, uzun baktıktan sonra sesine bariton bir hava vererek, "Biz seçimden, oydan bahsediyoruz, ÖSS yerleştirme sınavından falan değil…" dedi.


Daha sonra gezdik, dolaştık.


İstiklal Caddesi'nde volta atarken "Fortçu Laiklik" ve "Militan Hukuk" ile karşılaştık.


Rüyamım kabus kısmı; işkence ve sorgu faslı tastamam buradan itibaren başladı.


Gelgelelim, yerimizi hayli aştık; yarına kaldı.


Şimdilik, "Fortçu Laiklik" in o çok kıllı lokantacı adamdan başkası olmadığını söyleyeyim de, rüyanın devamını anlatacağım yarınki yazıya bigane kalmayın.

 

Kaynak: Yeni Şafak