Sevgili okuyucular, bilir misiniz ki, Türkiye'deki esas mesele, kişiyi devletten korumaktır. Halbuki, anayasalarımız, kanunlarımız, bürokrasimiz, yargımız, güvenlik güçlerimiz, hep devleti kişilerden korumak üzerine kurgulanmıştır.
Sakın benim de ünlü liberal kuramcı Hobbes gibi, devleti 'leviathan' (ejderha) gördüğümü sanmayınız. Milliyetçi/vatansever bir aydın olarak elbette devletimin güçlü olmasını isterim. Ama dışta savunma, içte asayişi temin ve dünyada sesini duyurabilmek için... Yoksa fertlere, vatandaşlara karşı dayatma, tahakküm, zorbalık için değil...
'Devletlû' olmayalım
Merhum Necip Fâzıl devleti, 'Çatık kaş, hükûmet dedikleri zât' olarak tarif eder. Üstâd'ın bu tarifine en çok uyan zât ise daima çatık kaşlarıyla Devlet Başkanı Ahmet Necdet Sezer olmuştur. Bırakınız devleti kişilerden korumayı, Çankaya Köşkü'nü 'kamusal alan' ilan edip 'kamu'nun kendisinden dahi sakınmıştır.
Dünkü gazetelerde gülümseyen çehresini görünce, 'Meğer Sezer'e gülmek ne kadar yakışıyormuş; yakışıklı adammış' diye mırıldandım. AK Parti'li Başbakan'a veda ziyaretinde bulunması da onun için başlı başına bir fedâkarlıktı. Lâtife bir yana, Sezer'in kendisine gelen hediyeleri Köşk demirbaşına geçirmesi de örnek bir davranış olmuştur.
Lâkin Sezer, ne yazık ki 7 yıldan fazla süren Cumhurbaşkanlığı döneminde 'Cumhur'dan uzak kalmıştır. Şimdi, Abdullah Gül'ün gerçek anlamda Cumhurbaşkanı olmasını ve tıpkı Özal gibi 'Cumhur' ile kucaklaşmasını bekliyoruz. Gül, jakoben bürokrasi geleneğini yıkmalı ve asla bir 'devletlû' olmamalıdır.
Dokunulmazlık kişilerde mi, devlette mi?
Gelişmiş demokratik ülkelere bir bakınız. Hiçbir ülkede ve anayasada devletin kişilere karşı korunduğunu göremezsiniz. Çünkü güç devletin elindedir. Devletin silahı, askeri, polisi vardır. Hele bir de bizde olduğu gibi, adalet terazisi de devletten tarafa meyletmişse, kişi bu 'zorba devlet' (Prof. Dr. Sami Selçuk) önünde tamamen savunmasız kalmış demektir.
Normal vatandaşa 'potansiyel suçlu' gözüyle bakılır. Yeni TCK'da bile -bir hayli liberalleştirilmesine rağmen- 'Devlete karşı işlenen suçlar' büyük bir bölüm halinde düzenlenmiştir. Devlet'in kişiye siyasî bakışı da zorbalık kokar. Bu zihniyete göre, bir takım 'göbeğini kaşıyan' kişilerden meydana gelen halk cahildir. 'İrtica' ya ve 'bölücülüğe' meyyaldir. Bu çerçevede hazırlanan 1961 ve 1982 Darbe Anayasaları, hâkimiyeti sınırlayıp milletten almak için 'yetki'yi paylaşan özerk ve dokunulmaz kurumlar ve bürokrasi oluşturmuştur.
Dokunulmaz olan kişiler sadece milletin temsilcileridir (Bunların da dokunulmazlıkları kaldırılarak 'dokunulur' hâle getirilmek istenmektedir). Devlet, diğer bütün kişilere istediği gibi dokunabilmektedir. Halbuki, bürokrasi, yargı, üniversite ve silahlı kuvvetlerin hem hukukî hem de fiilî zırhları vardır. Kısaca, 'devletlûlar'a asla dokunulamaz ama sıradan kişiler istenildiği gibi mıncıklanabilir.
Yargı mı? Güleyim bari...
Demokratik hukuk devletlerinde kişiler, devletin zorbalığına karşı yargıya/adalete sığınırlar. Halbuki bizde 'hukukun üstünlüğü' yerine 'hukukçu'nun üstünlüğü vardır. Türkiye'deki savcı ve hâkimlerin büyük çoğunluğu pozitif hukuku/mevzuatı tatbik edecek yerde, kendisini 'devletin adamı' kabul eder ve kişi ile devlet arasındaki ihtilaflarda devletin tarafında olmayı vatanseverlik sayar.
Mahkemeler, halkın oyuyla ilgili olmadıkları halde, ne hikmetse 'Türk Milleti Adına' karar verirler. Mahkemelerde, avukat ile hiçbir statü farkı olmayan savcı, hâkimin yanında oturup avukata ve müvekkiline tepeden bakar. Yargıca mesafesi avukat ve müvekkili kadar olması gereken savcıların, lokalleri bile yargıçlarla bir aradadır.
Devletten zarar gören kişi, zararını tazmin ettiremez, zira devlet malına haciz koyamazsınız. Bazen savcılar ve hâkimler devleti ve devlet görevlisini suçlu bulmaya kalkarlarsa en ağır şekilde cezalandırılırlar.
'Hazırlık tahkikatı' uygulamada işletilmez. Çünkü savcılar takipsizlik kararı verirlerse teftişe maruz kaldıkları hâlde, kişi hakkında lüzumsuz dâvâ açarlarsa kendilerine hesap sorulmaz.
Sizin anlayacağınız, devletin yaptığı haksızlıklara karşı kişi yargıda da netice alamaz.
Restorasyon devri başlamalı
'Resmî ' bütün kurumlarda aynı zorbalığı ve haksızlığı görebilirsiniz. Bunun en tipik misâli, kıyafetinden dolayı üniversiteye alınmayıp öğrenim hakkı çiğnenen kızlarımızın durumudur.
Bütün bu zihniyet çarpıklıkları artık düzeltilmeli ve bir 'restorasyon dönemi' başlatılmalıdır. Özal'dan sonra gene halkın içinden gelen Gül'ün Cumhurbaşkanlığı, bu dönemin başlangıcı olmalıdır. Arkasından 'Yeni Anayasa' hazırlanarak yürürlüğe konulmalıdır.
Ancak, sadece Anayasa ve kanunlar bu değişim için yeterli değildir. Artık bir zihniyet değişikliğinin zamanı gelmiştir. Devlet kurumları ve bürokrasi, halkın ve kişilerin 'efendisi' değil, 'hizmetkârı' olduğunu artık idrak etmelidir.
Artık devleti kişilerden değil, kişileri devletten korumak lâzımdır. Bunu yapabilirsek demokrasiyi rayına oturtabilir ve asıl o zaman 'Güçlü Devlet' olabiliriz.