Geçen hafta, Türkiye ile ilgili bir toplantıya katılmak için İngiltere'ye gittim, biz orada Türkiye'yi anlatmaya çalışırken burası toz duman olmuş. Geçen haftanın gazetelerine hızlıca bir göz geçirdiğimde, 15 senedir uğraştığım türban konusunun tam bir açmaza girdiğini gördüm.
Ve açıkça söyleyeyim, çok titizlendiğim bir konu olmakla birlikte, ilk kez tarafların ikisine de aynı derecede uzak olduğumu hissettim. Bugün, bu noktada nerede durduğumu izah eden bir yazı yazmaya niyetliydim, ama konuyu perşembe gününe ertelemeye karar verdim.
Erteleme nedenim, gayet açık. Pazar günkü Radikal İki'de geçen hafta Fener Rum Patrikhanesi'nin ekümeniklik iddiası konusunda yazdığım yazıya, Ayhan Aktar imzalı, son derece saldırgan bir cevap çıkmış. Bu durumda, önce bu arkadaşımıza cevabını verelim, sonra türban konusuna geliriz diye düşündüm.
Ayhan Aktar, ekümeniklik konusunda benimle anlaşamadığı konuya girmeden önce, 'nedense', köşe yazarları üzerine düşüncelerini, bir köşe yazısı uzunluğunda olmak üzere 'özetlemiş'. Sonra konuya gelmiş, önce 'ekümeniklik' konusunda Lozan'da doğrudan düzenleme olmadığını hatırlatmış. Doğrudan ve efendice konuyu tartışsa, aynı ciddiyetle ben de, doğrudan düzenleme olmadığını, ama Patrikhane'nin konumunun, tamamen Türkiye Cumhuriyeti yasalarına ve denetimine bağlı düzenlenmesinin ekümeniklik iddiası ile bağdaşmadığını düşündüğümü yazıp konuya buradan devam edecektim. Nitekim, yine pazar günü, AKP milletvekili Haluk Özdalga, Yeni Şafak'ta yayımladığı yazısında, etraflıca bu konuya girmiş. Konuya benden farklı yaklaşmış ve sonuçta benim çelişki gördüğüm yerde sorun olmadığına işaret etmiş. Belli ki, onunla da, tamamen farklı düşünüyoruz. Ancak, Özdalga, kendi görüşünü gayet etraflıca ve kendi içinde tutarlı biçimde izah etmiş. Bu tartışmayı, bu zeminde sürdürmek anlamlı ve faydalı olabilir.
Aktar'ın yazısında beni rahatsız eden şey, konuya farklı yaklaşması değil, bu konuyu bahane edip, sevimsiz bir polemik çıkarma iştahına kapılması. Bir kere, kısa yoldan beni cahillikle suçlamaya çalışması, 'doçent olduğum halde' diye başlayıp, bildiklerimi bilmediklerimi sınamaya kalkması. Ardından, dini kurumlar ve siyaset ilişkisini 'çok basit bir örgüt sosyolojisi kuralı'nı hatırlatarak kısa yoldan izah etmeye giriştiği yetmiyormuş gibi, bunu benim dediklerime cevap olabileceği edasında yapması. Sonra, bu tür konularda tartışılırken sıkça yapıldığı gibi, bu gibi klişe konularda klişe demokrat tavrı benimsemeyen herkese, 'nasyonel sosyalist', 'ulusalcı' gibi yaftalar takıp karalamaya çalışması.
Dahası, hızını alamayıp, güya ironik bir final yapma hevesiyle, Radikal'in genel yayın yönetmeni, kendi deyişi ile, 'Sevgili İsmet Berkan'a' benim köşemin Namık Kemal Zeybek'le aynı sayfaya taşınması talebinde bulunması. Tüm bunların, eleştiri ve tartışma sınırını aşan densizlikler olduğunu düşündüğümü belirtmek isterim. Namık Kemal Zeybek ile aynı görüşleri paylaşan birisi de olabilirdim, bu noktada adama Hitler muamelesi yapmak istemem. Ancak, okuma yazması olan herkes takdir eder ki, çok farklı düşünen iki insanız. Birinin benim veya başkasının, kendisine rağmen, 'İlla, hayır siz aynı kafadasınız denmesini' fazlasıyla saygısız ve rahatsız edici buluyorum. Diğer taraftan, Radikal'de hangi sayfada yazacağıma karar vermek Aktar'ın haddi değil. Yazımı okumak istemiyorsa okumasın, hep hoşuna giden, hep kafadar yazıları okuyarak hayatına devam etsin, bunu yapmak için de zahmet edip, farklı bir sayfaya geçiversin.
Yok, sözü 'Nuray Mert, Radikal'e yakışmıyor'a getirmeye çalışıyorsa, zahmet edip lafı dolaştırmasın, en iyisi 'sevgili İsmet Berkan'a başvursun, benim köşemi kendisine versinler. Böylece farklı bir şey okumaya, dinlemeye tahammülü olmayan bir grubun sözcüsü olarak o yazar, eşi dostu tebrik eder, böylece, bu kafada olanların, kendileri söyleyip, kendileri dinleme heveslerini gerçekleştirmeleri daha kolay olur.

Kaynak: Radikal