“Diyelim ki paralel çizgiler bir noktada birleştiler, diyelim ki bunu ben de kendi gözlerimle gördüm; öyleyken, bunu kendi gözümle gördüğüm halde, sadece 'birleştiklerini gördüm' derim, ama gene de, gerçekten öyle olduğunu kabul edemem. İşte, benim anlatmak istediğim bu, Alyoşa!.. Benim tezim budur! Artık bunu sana ciddi söylüyorum.”

İki Karamazof kardeşten İvan söylüyor bunları…

Herkesin kendine göre bir argümanı olabilir ve sureta bu argümanın reddi ve cerhi imkân dahilinde görünmez.

Romanda “Tanrı yoksa her şey mubahtır” diyen de odur…

Bu cümle, Smerdiyakof (İvan'ın baba bir, gayrımeşru kardeşi) için, babasını öldürmesi yönünde kesin bir tutamak oluşturmuştu ve salt bu cümleye dayanarak zaten nefret etmekte olduğu babasını öldürmüştü.

Smerdiyakof, İvan'ın bu cinayeti hem anladığını, hem onayladığını düşünüyordu ve bu yüzden müsterihti. Çünkü “Tanrı yoksa her şey mubahtır” diyen İvan'dı ve bir başına bu cümle cinayet işlemek için yeterli görünüyordu!

Fakat İvan'la karşılaşıp “meseleyi” görüştüklerinde, İvan'ın gerçekte böyle bir niyeti olmadığını anladığında, Smerdiyakof'un yaşadığı hayal kırıklığının dibini bulmak mümkün değildi. Öylesine umutsuzluğa uğramıştı ki, umduğu dayanağın elinden kayıp gittiğini görmek onun hayatta kalmasının anlamını da elinden almıştı. Smerdiyakof, cinayet davasının en civcivli safhasında kendini öldürür. Ve suç, büyük kardeş Dimitri'nin üstünde kalır.

Bu roman, sanki, İvan'ın, bu yazının başında alıntıladığımız cümlesini yalan çıkartmak isteyen bir tez üstüne inşa edilmiş gibi görünür. Asıl olanla gerçeklik (numen ile fenomen) arasındaki zıtlaşmada görünen gerçekliğin galip geldiği anlatılmak isteniyor sanılabilir. Bu durumun, yani zahirî gerçekliğe değer yüklemenin doğru ve geçerli olduğu bir alan vardır hayatımızda, o da hukukun ilgilendiği alan… Hukuk, zahire göre hükmeder. Batında olup bitenler hususunda da bir varsayım öngörür: aslolan iyi niyettir, der. Aksi kanaatte olana ispat külfeti yüklenerek bu konunun halli yolu seçilir.

Aslında gündelik hayatımızın hemen her safhasında, bizi, İvan'ın argümanına kani olmaya meylettiren bir gerçeklikle karşılaşırız.

Biliriz ki, bize gösterilen, bize kanıtlanan gerçeklik tümüyle doğru gibi görünüyor. Ama biz, içten içe, bu işin içinde bir okuspokus bulunduğunu düşünmeden edemeyiz. Evet, ben, böyle bir şeyi görüyorum ve bana gördüğüm bu eğriliğin doğru olduğu söyleniyor; bu gerçeklik gözüme sokuluyor. Tıpkı, suya batırılmış düz bir çubuğun, suya temas ettiği noktada kırık görünmesi gibi… Ben bu kırıklığı gözümle görüyorum, buna rağmen, o çubuğun gerçekte kırık olduğuna inanmalı mıyım? Dostoyevski'nin, İvan'ın ağzından dile getirmek istediği gerçeklik böyle bir şeydir.

Aynı durumun siyaset hayatında her gün, her ân dolu dizgin yaşandığını sürekli görüyoruz sanırım. Üzerimize ip fırlatanlar; başörtüsü konusunu çözerim diyenler; ekonominin önemi yoktur, önemli olan cumhuriyettir diyenler; laiklik demokrasinin önünde yer alır diyenler; bayrak çubuğunu üzerimize bir tehdit olarak sallayanlar.. görünüşte ve kendi kafalarında yarattıkları bir mevhum dünyanın verilerine göre, tartışmasız bir doğruya sahip çıktığını düşünüyor olabilir. Fakat o “doğru”nun gerçek olanla karşılaştığı anda tuzla buz olacağını kabul etmiyor.

Bizse.. biz, yani tehdit edici parmağın muhatabı olan taraf, yalnızca nesnel gerçekliğin dışa vuran görüntüsüyle yetinmek istemiyoruz; bizi tehdit etmek isteyenin kendi gerçekliğini de ona anlatmaya çalışıyoruz. Çünkü görünen'in altında bir başka gerçekliğin var bulunduğunu biliyoruz ve onu dile getirmeye çalışıyoruz. Fakat kafası bir kör noktaya takılı kalmış olanın önyargısını değiştirmek ne mümkün! Buna rağmen, eninde sonunda hakikatin galip geleceğine inanmaktan başka bir almaşık bulunmuyor elimizde.

 

Kaynak: Yeni Şafak