Ah, o sönük ampulün insanın gözünü karartan ıssızlığında ak kâğıt üstünde karaları kovalamanın ne demek olduğunu bilemenizi isterdim. Gözler ıslanır. Gözler çapaklanır. Bir elde kurşun kalem, elin altında sarı saman kağıdının insanın içine yılgınlık ve bıkkınlık salan kör bir duygu. Orada yorgun biri var.. Sokağın daracık çeperleri insanın üstüne yürür. Sokak dediysem, bu sokak, o kentte cadde diye bilinir. Zemini kara parke taşlarıyla döşenmiş.. az yukarda cilalı demirden bir su tulumbası, kapkara. Bu caddeye yakışmayan akasya ağaçları yolun iki yanında bir sıra uzanıp gider. Kentin aşağılarında, biraz dikkat edince herkesin görebileceği yazı.. bu kentte ovaya yazı denir. Yazının yaz mevsimiyle bir ilgisi var mıdır, bilemem. Ama yazı, daima yaz mevsimiyle birlikte hayatımızın gündemine oturur. Yazıda ışık öylesine parlak, öylesine bol, öylesine verimlidir ki, onun bu bolluğu insanın gözünü karartır. Bir şeyin haddini aşınca zıddına dönüşeceğine ilişkin o kadim söz, en çok bu ışık için geçerlidir diyebilirim. Öylesine yokmuş gibi ortalığı sarıp sarmalamıştır ki, bu ışık şelalesi gözü kör eder. Şimdiyse, kentimizin dinamosundan üretilen, o cılız su akıntısının ürünü olan elektrik enerjisi, bu düşük mumlu ampulden odanın köşe bucağına yayılıyor. Bu odada, gene de Mecnun'u düşünmekten kendimi alamıyorum. Niye Mecnun? Bilmiyorum. Veya belki biliyorum. Çünkü Leyla diye biri, kağıdımın sarı yaprağı üzerinde durmuş bakıyor. Onun öyküsünü yazmak için buraya getirilmiş olduğumun bilincinde olmalıyım. Böylesinin istetildiğinin farkında olmalıyım. Fakat o ilk kelime hangi kuyunun dibinden çekilip çıkartılacak yer yüzüne ve hangi erk o kelimeyi bu sarı sayfanın saman yüzüne indirecek? Bunları bilemem. Kör ampulün aydınlatmaya çalıştığı titrek ışıklar içindeki odanın karşı köşesinde beni izleyen arkadaşım, daha bitirmiyor musun, diye bakıyor bana. Ben ki, değirmenin öyküsünü yazmış adamım. Ben ki, oğlunun arkasından ağıt yakan değirmencinin yanan ciğerini konuşturmuş biriyim. 17 yaşındaki oğulun değirmen taşına su salan dönme dolabın çarkları arasında sıkışıp parçalanmış halini görmüşlüğüm var.. Kör ışığın aydınlattığı daracık odamdayım. Dışardan koyun sürüsünün çıngıraklarını işitiyorum. Kuzeye, kırsal yöreye doğru yol alıyorlar. Onların, benimki gibi bir özgürlüğü yaşayamayacağını biliyorum. Onlarınki dağ bayır özgürlüğü. Bense zihnimin sonsuz ufkuna doğru özgür kalmak istiyorum. Çıngıraklar, köstebekler, sürünün çevresinde fırdolayı dönenen karabaşlar.. bunların hiçbirinin, benim düşük mumlu ampulün altında yaşadığım zihinsel özgürlüğüme denk düşecek bir dörtnala özgürlüğe koşabileceğini hayal bile etmiyorum. Ahmak ıslatanın hışırtısını işitmek istiyorum. Trençkotumun yakasını kaldırıp kendimi Cadde-i Kebir'in kör karanlığına vuruyorum. Ayyaş ahbabımla anlaşıyoruz: boynumuzu tramvay raylarının üstüne koyarak onların biçilmesine tanık olmanın vatmanı ne kadar şaşırtacağını söyleyerek gülüyoruz. Tramvaylar dan dan dan sesleriyle kentin ulu göğünün altını üstüne getiriyor. Kahkahalarımız dan dan sesleriyle domdom kurşunlarının ıslığına karışıyor, dünyanın bütün ipek perdelerini jilet gibi kesip doğruyor. Kaynak: Yeni Şafak