AK Parti hükümetinin 'Demokratik Açılım'ını, bir Kürt açılımı olmaktan daha geniş ve kuşatıcı kapsamda ele alma kararlılığını, cesurca ve anlamlı bulduğumu söylemeliyim.
Gerçekten de, Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşundan bu yana demokrasinin bir siyasal egemenlik biçimi olarak tahkim edilmesi girişimlerinin hayata geçirilememiş olması, bir anlamda 'Hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir' sloganının 'kavl-i mücerrette' kalmasına neden olmuştur. Demokrasinin, sadece çok partili hayata geçişle sınırlı bir anlama geldiğinden, bir başka deyişle siyasi partilerin çoğulluğundan ibaret olduğunun zannedilmesinden kaynaklanan bir maluliyet!
Üstelik demokratik hakların 'kazanılmış' değil 'verilmiş' haklar oluşunun ortaya çıkardığı vahim durumlar da vardır. Türk seçmeni, 'verilmiş' hakları, mevcut şartlar dâhilinde en doğru ve en sağduyulu bir biçimde kullanma bilincini ve ehliyetini göstermiştir. 1950 genel seçimlerinde, 'Atatürk'ün partisi' CHP'ye rağmen Demokrat Parti'nin, 1983 seçimlerinde 12 Eylül cuntasına ve Kenan Evren'e rağmen Anavatan Partisi'nin iktidar oluşları, 'verilmiş' hakların kullanılmasında Türk halkının ne kadar ehil, reşit ve elbette bilinçli olduğunu gösterir. Gelgelelim, 'verilmiş' haklar geri alındığında ise (mesela 12 Eylül döneminde olduğu gibi), bu haklara sahip çıkmakta bizim insanımızın o kadar bilinçli ve reşit olmadığı da ortadadır. Özetle şu: Türk halkı verilmiş hakları kullanmakta ne kadar ehil ve cesursa, bu haklar askıya alındığında ya da geri çekildiğinde haklarına sahip çıkmakta o kadar çekingen ve korkaktır.
Bunun nedeni, hiç şüphesiz, demokratik hakların 'verilmiş' olmasıdır. Türk insanı büyük bir ihtimalle, 'nasıl verdilerse, öyle de geri almaya hakları vardır!' diye düşünüyor olmalıdır. Türk insanı 'verilmiş' olanı, kendine ait değilmiş gibi alımlamakta haklıdır. Oysa demokratik haklar, 'tepeden inme' bir biçimde 'verilmiş' değil de, belirli bir demokratik mücadele sonucunda 'kazanılmış' olsalardı, insanımızın bu haklara sahip çıkma bilincini edinmiş olacağına hiç şüphe yoktur.
Pek iyi de, 'verilmiş' olmalarına rağmen, demokratik haklara, bu haklar 'Devletin Yaptırımcı Aygıtları' tarafından geri alındığında (mahkemeler, cuntalar), sahip çıkma bilinci nasıl temellük edilecektir?
Hemen belirteyim: Bu sorunun cevabı, sivil toplumdur, kalkışma ya da ayaklanma değil! Kalkışma ya da ayaklanma, bir siyasetçimizin ifadesini değiştirerek söylersem, 'demokrasilerde çarenin tükenmiş olduğu' anlamına gelir-ki, bunun böyle olmadığını, yani, demokrasilerde çarenin tükenmediğini biliyoruz.
İçişleri Bakanı Beşir Atalay'ın üç gün önce yaptığı açıklamalarından öğreniyoruz ki, AK Parti hükümeti demokratik düzenin tahkimini, sivil toplumun değil, devletin tahkiminde görmektedir. Kalkışma, ayaklanma ya da terör konusunda 'Devletin Yaptırımcı Aygıtları'nın tahkimi (mesela Kamu Düzeni Müsteşarlığı kurulması gibi), zorunlu görülebilir; ama sadece bunlarla yetinmek, Türkiye'de sivilleşmeyi demokrasinin temellendirilmesinde asli ve vazgeçilmez bir mesele olarak görmemek, 'Demokratik Açılım' açısından, telafisi imkânsız bir hata olacaktır.
'Devletin Yaptırımcı Aygıtları'nın konsolide edilmesini, ancak geçici bir tedbir olarak düşünmek gerekir. Asıl mesele, demokrasinin geleceği adına, sivil ve asker bürokrasinin yani devlet'in karşısına kalıcı, güçlü ve muktedir bir sivil toplum inşa edilmesine imkân sağlayacak tedbirlerin, şimdiden alınmasıdır. 'Demokratik Açılım', 'Devlet'in Bürokratik Aygıtları'nın tahkimine ilişkin geçici ve palyatif anlamda sadre şifa olacak düzenlemelerden ziyade, ancak sivilleşme yoluyla devamlılık ve kalıcılık kazanabilir. Ergenekon Davası, nasıl sonuçlanırsa sonuçlansın, gelecekte demokrasiye müdahalede bulunabilme ihtimallerine karşı, ancak 'caydırıcı' olabilir;-önleyici değil! Demokrasiye müdahaleyi önlemek, ancak demokrasi üzerindeki vesayetin ortadan kalkmasını mümkün kılacak bir sivilleşme ile mümkün olabilir.
Kaynak: Zaman