Değişim kavramı, modern burjuva kültürünün başat kavramıdır. 19. asırda bu kavram en derinlikli ve en kapsamlı haliyle kullanılırdı.

İster devrimciler; yani değişmeyi siyasi-iradi hale getirerek radikalleştirenler açısından olsun; isterse evrimciler; yani değişimi kendi haline bırakalım diyenler açısından bakalım; değişme kavramı alabildiğine şümullü bir şekilde karşımıza çıkar. Değişme 19. asırda hayatın topyekun dönüşmesidir.

Öte yandan değişmenin pozitif bir anlamı da baskın bir şekilde görülecektir. Elbette değişmeye toptan itiraz edenler -reaksiyonerler- çıkmıştır. Bu doğrultu, ya edebi anlamda romantikleşerek ya da ikna edici bulunmayarak marjinalize olmuş ve büyük kamuoylarını etkileme gücü kazanamamıştır. Değişme konusunda itirazları olan ana damar akım muhafazakârlıktır. Muhafazakârlık ise değişmeyi ilkesel olarak reddetmekten uzak durmuştur. Muhafazakârlığın yaptığı değişmenin siyasal devrimcilik örneğinde olduğu üzere, radikalleştirilmesine tepki duymaktır. Değilse, nihai tahlilde; değerli bulduğu tarihsel birikimlerle eşlendirilen bir değişimi heyecanla onaylamaktan geri durmaz.

Değişim kavramının bu denli hegemonik hale gelmesi; özellikle de siyasal bilinçlerin merkezî değeri haline gelmesi, modernliğin zaman-mekân ve eylem ağında yol açtığı bir kırılmadan doğmuştur.

Bu Kartezyen düşüncede derin bir şekilde işlenmiş ve paradigmatik bir nitelik kazanmıştır. Descartes'ın lineer matematiğinin sözü edilen yapılanmada son derecede hayati bir rol oynadığını biliyoruz. Eski ya da geleneksel dünyada "zaman", "mekân" ve "fiiller" ağırlıklı olarak çevrimsel bir nitelik taşır. Dere tepe düz gidilir ama ancak bir arpa boyu yol gidilmiş olur. En trajik olandan en sade olanına kadar, mukadderatlar belli bir çevrimselliğin içinde yerini ve anlamını bulur. Mukadderatın içinde şekillendiği olaylar ve fiiller birbiri içinde çoğalır, birbirine eklemlenir ve ancak uzun bir maceradan sonra bizi mukadderatın kesinliği ile buluşturur.

GANDHİ BENZETMESİ GANDHİ'Yİ UNUTTURUYOR!

İşte "değişim" tutkumuz, bu kesinliği, önceden hesap edilebilirliği ve hızı artmış olan modern hayatın tecrübelerinden doğdu ve büyük, bir iddia olarak şekillendi. Bu iddianın kapsamı aynı zamanda ondan umulan ve beklenenlerin de ne kadar iyimser, hatta safdil bir hale gelmiş olduğunu açıklar. Burada iyimserlik ile kapsamlılık arasında düz orantılı bir ilişki mevcut gözüküyor. Kapsamdaki artış beklentilerdeki iyimserliği artırıyor. Her şeyi içine alan bir değişme herkesi de içine alacaktır. Dolayısıyla en küçük beklentiler de büyük değişmenin içinde tatmin bulacaktır. İyimserliği ve kapsama alanlarının birlikte şiştiği bu kültürel durum özellikle iki büyük savaşın içinde yaşanan tecrübelerden sonra tam bir fiyaskoya dönüştü. Bunun görünen en büyük nedeni, sözü edilen şişmenin araç-amaç diyalektiğini koparmasıdır. Kapsam büyüyünce (tarihi değiştirmek bunun en tutkulu aşamasıdır) beklentiler artmakta (kurtuluş da bunun en yüksek noktasıdır); bu da Machiavelli'nin gündemden düşürdüğü eylem-moral bağını daha da ihmal edilebilir kılmaktadır. Oysa iki büyük savaşın getirdiği büyük yıkım artık değişme iddialarının ve iyimserliğin eskisi kadar kolay telaffuz edilemediği kronik bir bıkkınlığa yol açtı. Bu bıkkınlık en azından merkez ülkeler kültürel coğrafyasında 1980'lere kadar sürdü. İkinci Dünya Savaşı ile 1980'ler arasında kalan bir kırk yıl adeta üzerine ölü toprağı serpilmiş bir zaman aralığıdır. Keynesgil politik-ekonomi, hiçbir sürprizi olmayan; tam istihdam (iş ve işsizlik maaşı garantisi) ve yeniden – bölüşüm (iyileştirilebilir hayatlar) arasında saat titizliğinde sarkaçlanan; emniyetli bir hayatı kitlelere sunmuştur. 19. yüzyılın devrimci ruhu 20. yüzyılda sökmez. Refah devletinin standartları içinde uyuşan büyük kitleler nasıl akacağı aşağı yukarı belli olan kurulu hayatlarını yaşamışlardır. 1968'de gençlik hareketleri bizi "her şeye rağmen devrimci ruh devam etmiştir" mealinde düşündürtmemeli. Tam tersine olarak; bu parlak gençlik hareketleri bütün marjinalitesiyle, değişimden umudunu kesmiş büyük kitlenin rutinleşmiş hayatlarının ne kadar kemikleşmiş olduğunu düşündürtmelidir.

Bu arada Üçüncü Dünya Devrimciliği de hiç abartılmamalıdır. Çünkü taze ulusları değişim yolunda harekete geçiren model, en ileri noktaları itibarıyla Keynesyen bir mükemmelliğe ulaşma arzusudur. Bu mükemmellik çizgisi rutinleşmiş bir ödüle sahiptir, bu haliyle "değişme", orta ya da ileri bir vadede taze uluslara bir emeklilik hayali sunar. Bu haliyle hiç de sanıldığı kadar tutkulu bir kabule ulaşmamıştır. Zaten daha çıkış noktasında bürokratikleştiği içindir ki kendi kendisini örselemiştir. "Öncü" dinamik bürokrasi, kalkınma efsanelerinin tatminkâr sonuçlar vermemesi nedeniyle bir aşamadan sonra esas mevzisine çekilmiş, "statükocu" bir bürokrasiye dönüşmüştür. Statükocu bürokrasi, değişim kavramını kendi ritüellerine bağlayan ve değişim kavramını derin açılımlarından kısmî ve kültürelleştirilmiş basit kodlar üreten ve büyük kütlelerin buna koşulsuz sadakatini emreden dar bir bakışa sahiptir.

1980'lerden sonra şekillenen Yeni-Kapitalizm, Refah Devletini ve ona özgü bütün kurumları ve yaşayış kültürünü gömmüş gözüküyor. Yeni-Kapitalizm insanlığın üzerine serpilen ölü-toprağını kaldırmış; "değişme", "yenilenme" değerini yeniden ayağa kaldırmış izlenimini veriyor. Yeni-Muhafazakârlığın öncülüğünde gelişen bu hareket, siyasal içeriğini kaybetmiş, toplumsallığı dışarıda bırakan, tarihselliği ıskalayan bir yapıda tezahür ediyor. B.Turner'ın "bireysileşme" dediği egoistik bir özelliğe sahip. Bireysel kurtuluş olarak tanımlanan ve bir insan tekinin tüketme kabiliyetini artırmasını ve tüketim hayatındaki statü göstergelerini kişisel hayatında parlatmasını sağlayacak fırsatları, ne pahasına olursa olsun elde etmesini ifade ediyor. "Değişim" bireysilerin bu fırsatlarla buluşmasını sağlayan bir açılımı ifade ediyor. Bu haliyle de içi alabildiğine boş. Yani geçen yüzyılda tarihsel, siyasal ve toplumsal bir bağlamda ağırlık kazanan "değişim" kavramı bir şeyleri temsil ediyordu. Ama artık, Bauman'ın ifadesiyle alabildiğine "sıvılaşmış" durumda ve dönemsel olarak her türlü formu alabiliyor. "Değişim", göstergebilimsel bir tanımlamayla, artık sadece kendi kendisini temsil etmeye başladı. Garip olan şu; "değişim" hezeyanları aslında dünyanın kuruluşunun esastan değişemeyeceğine dair kötümserlikle yüklü yaygın bir muhafazakâr şartlanmanın yansıması. Değişimin bayraktarlığını yapan büyük kitleler aslında değişime inanmayanlar.

Siyasette de bol keseden sunulan "değişim" vaatlerinin pozisyonu da benzer bir çizgide tezahür ediyor. Bu tılsımlı kavramı kullanmayan hiçbir siyaset yok gibi. Komünist Manifesto iflas etmiş durumda. Dünya iktisadi coğrafyasındaki çeper dünya (bazı Afrika ve Asya ülkeleri) hariç tutulacak olursa, görülür ki eş anlı herkesin kaybedecek ve kazanacağını umduğu bir şeyleri vardır. 21. yüzyıl siyasetleri bu nazik noktada, kaybetme korkularının giderilmesi ve kazanma umutlarının artırılması optimumunda başarılı oluyor. Bu siyasetlerin sağı solu yok. Sadece bir merkezi var. Bu merkezi de Yeni-Muhafazakârlık tekeline almış durumda. Eski refleksiyle kaybedenlere oynayan bürokratik solun en büyük açmazı da bunu görememesi. Yakın dönemde CHP'nin yaşadığı çalkalanma, değişim ethosu'yla yeni bir lider ortaya çıkarmış gözüküyor. Sayın liderin ilk bildirileri kendisinin, kaybetmenin kazanma umuduna tahvil edilmesindeki diyalektiği göremeyen bir bürokratik-skolastik ile düşündüğüne işaret ediyor. Hazin olan, sayın liderin Gandhi benzetmesiyle anılmasıdır. Bu bulandırma sadece o büyük insanın anısını incitmekle kalmıyor. Daha vahim olarak, kaybetmek ve kazanmak arasındaki diyalektiğin Gandhi tarafından nasıl çözüldüğünü unutturuyor.
 
Kaynak: Zaman