Başlıktaki cümle, Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Işık Koşaner'e ait. Dün Genelkurmay karargâhında Aktütün olayı üzerine açıklama yaparken söylediği bu cümle aslında yalnızca PKK ile mücadelenin öne çıktığı son 20 küsur yılı değil, neredeyse Cumhuriyet'in
başından bu yana güvenlik bakımından olan biteni özetleyen gerçekten anlamlı bir saptama.
Koşaner'in bu saptamayı Aktütün'ün korunmasını üstlenen Bayraktepe'ye neden daha fazla kuvvet sevk edilmediği eleştirilerine karşın, dar anlamda kullandığını söylemek de mümkün. Oysa belli ki komuta kademesinin zihinlerinde yer bulmuş bu saptamanın, bir anlayışa, giderek politikaya dönüşmesi, içinde bulunduğumuz rahatsız duruma ilaç sayılabilir.
Bu sütunda daha önce defalarca daha fazla güvenlik tedbirimin bizi daha güvenli kılmayacağı yazıldı. Orgeneral Koşaner bunu daha askeri terimlerle, daha veciz ifade ediyor.
Aktütün olayının hemen sonrasında Radikal Haber Koordinatörü Ertuğrul Mavioğlu ile ordu
envanterine kazandırılan yüksek teknolojiye karşın bu saldırıların nasıl meydana geldiğini konuşuyorduk. Ertuğrul'un ağzından 'Bize yüksek teknolojiden çok, yüksek politika lazım' cümlesinin döküldüğünü o zaman paylaşmıştık.
'Daha fazla kuvvet daha fazla emniyet demek değildir' cümlesi ile, 'Yüksek teknolojiden çok
yüksek politika lazım' cümlesi, aynı gerçeğin iki ayrı kamera tarafından tespit edilmesine benziyor.
Orgeneral Koşaner bu açıklamayı, Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ'un Başbakan Tayyip Erdoğan ve Bakanlar Kurulu'na topluca sunum yapmaya gitmesinden az önce yaptı. Dün sabah saatlerinde duyurulan bir açıklama oldu.
Belki de Orgeneral Başbuğ, bir Genelkurmay Başkanı'nın, siyasi otoriteye yaptığı bu ilk sunumun, Aktütün olayının gölgesi altında kalmasına izin vermemek için Bakanlar Kurulu öncesinde açıklamanın yapılmasını istedi.
Tek başına bu dahi son zamanlarda hükümet ve askerin birbirinin omuzlarındaki yükü paylaşma eğiliminin bir parçası.
Doğrusu Başbakan Erdoğan'ın (hatırlatan olunca sinirlendiği küresel mali kriz bir yana) PKK ve Kürt ayrılıkçılığı sorunuyla ağır baskı altında olduğunu ve gerek devlet kurumları, gerekse toplumdan yardıma ihtiyaç duyduğunu görmek gerekiyor.
Baskının dört yönü var:
1- Erdoğan, 2005'te Diyarbakır'da 'Kürt sorununun' varlığını kabul etmiş ve çözümüne talip olmuştu. Şimdiki çizgisiyle bundan geri adım attığı yolunda yalnızca demokrat ve liberal çevrelerden değil, AB ve ABD'den de eleştiriler alıyor.
2- PKK saldırılarının artmasıyla paralel olarak Erdoğan'ın güvenlik hattına ağırlık vermesi
nedeniyle Mart 2009 seçimlerinde DTP'nin elindeki (Diyarbakır başta olmak üzere) belediyeleri AK Parti'ye alma projesinin hasar gördüğü yolunda parti içi baskı var.
3- Türk Silahlı Kuvvetleri, PKK ile mücadelenin yalnızca askeri yöntemlerle yapılmaması gerektiğini söylüyor, ama diğer yandan güvenlik kuvvetlerine daha geniş yetkiler talep ediyor. Bu taleplerin bir kısmına polis ve yargı da katılıyor.
4- DTP'nin, PKK saldırılarıyla artan gerilimi yüksek tutmayı sadece yerel seçimler için bir siyaset değil, PKK'nın ortak taban aracılığıyla kendisine verdiği desteği sürdürmesi için de bir yöntem olarak benimsediği anlaşılıyor.
DTP Meclis Grup Başkanvekili Selahattin Demirtaş, dün Bakanlar Kurulu başlamadan önce yaptığı açıklamada Diyarbakır ve Tunceli olaylarının Erdoğan'ın 'kimyasını bozduğunu'
söyleyerek bu yöntemin son örneğini verdi. DTP'nin kitlesel eylemlerinin medya ve siyasete yansımasının, gerçekte olduğundan daha büyük görünmesinde DTP milletvekillerinin doğrusu payı var.
Başa dönersek, evet, 'Daha fazla kuvvet daha fazla emniyet demek değil'. Daha fazla emniyet için, ortamın emniyetli olması lazım. Ortamın emniyetli olması için, barışın hâkim olması lazım. Bu sözümle PKK'nın içini boşalttığı 'bizimle müzakere edilsin, barış olur' anlamındaki barıştan değil, Azeri Türkçesinin bizdeki güvenlik kelimesi yerine
kullandığı 'tehlikesizlik' anlamındaki barıştan, gerçek barış ortamından söz ediyorum. Diğeri, sulh değil, devlet içindeki şahinlerin de daha çok kuvvetle sağlamayı umdukları sükûnet olur.
Bize sükûnetten çok, sulh lazım.
Atatürk'ün 'Yurtta sulh, cihanda sulh' cümlesindeki gibi sulh lazım bize, sükûnet zaten onunla gelir.

 

Kaynak: Radikal