Mısır’daki cihadî akım, fikrî ve hareketci söylemlerini gözden geçirdiğini ve kısa bir süre içinde ayrıntıları ilan edeceğini açıkladı.

 

Burada dikkatleri çeken husus, akımın kendini gözden geçirmesinin, -aralarında cihadî lider Seyyid İmam Abdulaziz Şerif’in de bulunduğu- bu akım içindeki büyük liderler ve sembol isimler tarafından gündeme getirilmiş olmasıdır.

 

Seyyid İmam Şerif, Şubat 1998’de el-Kaide’ye katıldığını ilan etmeden önce Mısır Cihad Örgütü’nün doksanlı yıllardaki emiriydi. Örgütten ayrıldığını ilan edip, kendini ilmî çalışmalara vermeden önce, hareket içinde birçok isim kullanmıştır. Örneğin, “Abdulkadir bin Abdulaziz” ismiyle tanındığı gibi, Dr. Fadl ismiyle de tanınıyordu.

 

Seyyid İmam Şerif, Mısırlı bir doktor olup, Rusya’ya karşı verilen savaş yıllarında tıbbî çalışmalar için Afganistan’a gitti. Sonra Cihad örgütünün emirliğine seçildi. Kendisi bu örgütün fikirlerini benimseyen ilk topluluğu 1967 yılında kuran kişidir ve bu ilk toplulukta bugün el-Kâide’nin ikinci ismi olan Eymen Zevahiri de bulunuyordu.

 

Seyyid İmam Şerif’in, sürpriz bir şekilde, “cihadî akımın kendini gözden geçirmesi sürecine” katılması, bu sürecin meşruiyetine ve doğruluğuna kefil oldu ve hareketi, dağılma ve parçalanma çemberinden çıkardı.

 

Şu anda bu akımın kendini gözden geçirme süreci, eksikliklerini tamamlayıp kemâle erme ve hiçbir tartışmaya, tereddüde ve şüpheye yer bırakmadan, bütün mensuplarını arkasında toplayacak kenetlenmiş bir görüntü içinde ortaya çıkma yolunda ilerlemektedir.

 

Seyyid İmam Şerif’in temsil ettiği fikrî ve sembolik değer, “el-Umdetü Fi i’dâdi el-Udde” isimli kitabın, onun tarafından kaleme alındığı bilindiğinde daha iyi anlaşılır. Bu kitap, Afganistan’da Ruslara karşı verilen savaş döneminde, kamplardaki mücahitlerin fikrî ve eylem anayasası konumundaydı. Kitap, geleneksel fıkıh kitaplarındaki cihad fıkhından esinlenmiş olup, söz konusu kamplarda bulunanlar için, hem kendi aralarındaki ilişkilerde, hem liderleriyle olan ilişkilerinde ve hem de diğer meselelerde ve ilişkilerde nasıl davranacaklarının esaslarını belirliyor.

 

Seyyid İmam Şerif “El-Câmiu Fi Talebi’l-İlmi’ş-Şerif” isimli oldukça hacimli bir kitap daha kaleme almıştır. Ancak bu son kitabında, sanki örgütü ile olan ilişkilerinde bir kriz yaşadığı izlenimi veriyor. Bu kriz onu, örgüte başkaldırmaya, ondan uzak olduğunu ilan etmeye ve onu eleştirmeye sevk etmiştir.

 

Bu durum, Cihad örgütünün, parçalanmaya yol açan bir krizle doksanların ortasından itibaren yüzleştiği anlamına geliyor. Bu kriz sonunda, Seyyid İmam Şerif örgütten ayrıldı ve onun yerine liderliğe Eymen Zevahiri geldi. Zevahiri, büyük bir atılım gerçekleştirerek 1998’de “Yahudilere ve Haçlılara Karşı Uluslararası Savaş Cephesi” adı altında Üsame bin Ladin ile ittifak kurdu. Böylece “El-Kâide” olarak isimlendirilen örgütün stratejik düşüncesi, yerel ölçekten, uluslararası ölçeğe intikal etti.

 

Fikrî binasını tamamlama yolundaki bu kendini gözden geçirme sürecinin temel hareket noktasını, “istisna fıkhı, zaruret fıkhı veya özel fıkıh” olarak isimlendirebileceğimiz yaklaşımı benimseyen eski düşünceden, “yaşam, hayat, cemaat veya kamu” fıkhına yönelmek oluşturuyor.

 

Bu, cihadî akımın, devrim metodundan, davet ve ıslah metoduna geçişini sağlayan büyük bir dönüşümdür. Aynı şekilde bu dönüşüm, cihadî akımı, toplumsal ve siyasî mücadelede yegane araç olarak gördüğü şiddet yerine, barışçıl mücadeleye -veya başka bir yazıda “siyasi çıkış” olarak isimlendirdiğimiz mücadeleye- uzak düşmeyecek araçlara yöneltmiştir.

 

Diğer taraftan bu süreç cihadî akımın, marjinallikten merkeze ve seçkincilikten halkçılığa veya çoğunlukçuluğa geçişini sağlamıştır. Yani bu akıma mensup gruplar, kendilerini ümmetin vekili olarak görmekten çıkıp, kendileri ümmetin bir parçası haline geliyorlar; doğru görüşün, metodun ve yolun kendi tekellerinde olduğunu düşünmek yerine, en uygun yol üzerinden anlaşmak için, ümmetin diğer grupları ve cemaatleriyle yardımlaşma içine giriyorlar.

 

Bu sürecin tamamlanmasıyla, Mısır İslâmî hareket içindeki ana akım, kendi toplumunun çıkarlarını gerçekleştirmek için, yönetimle olan ilişkilerinde barışçıl metodu benimseyen diğer toplumsal hareketler içindeki yerini almış olacaktır.

 

Bütün bunlar cihadî akımın, toplumuyla barıştığı ve toplumunu cahiliye toplumu olarak nitelemekten veya tağutların hükmünü kabul etmekle suçlamaktan vazgeçtiği anlamına geliyor. Toplumu, İslâm’a bağlı Müslüman bir cemaat olarak görüyor ve kendisi de bu cemaatin merkezinden harekete geçiyor ve yine ona yöneliyor. Yöneticilere ise metot, program ve referans olarak İslâm’a ve şeriata dönme çağrısı yapıyor.

 

Öyleyse biz, değişim kabul etmeyen kapalı cemaatlerle veya toplumla iç içe yaşamasını bilmeyen ve şiddeti, fikrî ve akidevî söylemlerinin aslî bir parçası olarak gören –Batılı anlamdaki- radikal (fundamentalist) cemaatlerle karşı karşıya değiliz.

 

Eğer şiddet bu cemaatlerin akidevî veya şer’î projelerinin bir parçası olsaydı, böyle bir dönüşüme şahit olamazdık. Bu cemaatleri nitelemek için kullanılan katılık, şiddet, toplumdan kopukluk ve buna benzer ifadeler, yerel, bölgesel veya küresel ölçekteki toplumsal ve siyasî çevreyle ilgili bir mesele olup, o cemaatlerin düşünceleriyle veya bağlı oldukları referansla sıkı sıkıya bağlantılı hususlar değildir.

 

Bu cemaatlere mensup olan insanlar, fıtratları veya tabiatları gereği, şiddete meyilli kimseler değildir. Aksine şiddete meyletmeleri, içinde bulundukları çevrenin şartlarından kaynaklanıyor. Toplumsal ve siyasî şartlar değiştiğinde, biz de kendimizi yeni bir manzaranın, hareketin ve düşüncenin önünde buluyoruz.

 

Mısır’daki cihadî akımın kendini gözden geçirmesinin, el-Kâide’nin, 11 Eylül saldırılarından itibaren,  Amerika’nın İslâm alemine karşı izlediği siyaseti ve Amerika ile ittifak içine giren rejimleri  reddedenlerden oluşan bir ittifak kurma gayretlerine etkili bir darbe olarak değerlendirileceğine şüphe yoktur.

 

Her ne kadar El-Kâide örgütü, eski sol örgütlenmelerde olduğu gibi, geleneksel anlamda, en tepeden en aşağıya kadar, kendi içinde sıkı bir hiyerarşi bulunan dikey bir örgütlenme olmasa da, bütün dünyaya uzanan varsayımsal bir İslâm ümmeti için bir düşünce çatısı sunmaktadır. Bu anlamda o, Amerikan siyasetine ve Amerika ile ittifak içine giren hükümetlere karşı, bir protesto çerçevesi sunma sıfatını kaybediyor.

 

Cihadî akımın kendini yeniden gözden geçirmesi, El-Kâide örgütünden bu sıfatı ve bugünkü el-Kâide liderlerinin eski arkadaşlarının hareket alanı olan bir zemini çekip alıyor.

 

Bu süreç, daha önce El-Cemaatü’l-İslamiyye’nin kendini gözden geçirme sürecinin karşılaştığı türden zorluklarla karşılaşacaktır. Belki de manevî yönden bunların en önemlisi, dışardaki cihad örgütlenmesinden sayılan liderliklerin varlığıdır. Bu liderlikler, cihadî akımın gerçekleştirdiği dönüşümden duyulan şaşkınlık, onu reddetme ve bu dönüşümü gerçekleştiren liderlerin daha önceden sahip oldukları fikirlerin hatırlatılması açısından psikolojik bir zorluğu temsil ediyorlar.

 

Ancak daha önceki süreçte, El-Cemaatü’l-İslamiyye’nin ortaya koyduğu deneyim, aynı sürece girmiş olan cihadî akımın böyle bir zorluk karşısında asla sarsılmayacağını gösteriyor. Çünkü o zaten kendi içinde girdiği akılcı diyalogla ve kendini gözden geçirmeyi ilan etme kararına varmakla, en zor mesafeyi aşmıştır. Dolayısıyla sahip olduğu psikolojik ve fikrî kanaat, bu baskılar karşısında sarsılmayacak kadar sağlamdır.

 

Aynı şekilde el-Kâide örgütü de, bu süreci, kendisinin sırtından vurulması olarak değerlendirecektir. Dolayısıyla bu fikrî savaşa onun da taraf olması ve hem bu sürece, hem de bu süreci yürütenlere çok sert bir şekilde hücum etmesi beklenebilir.

 

Bu sürecin karşılaşacağı zorluklardan bir diğeri de aşırı laiklerin yükselteceği itirazlar olacaktır. Onlar niyetleri araştıracak ve bu süreç hakkında şüpheler uyandırmaya çalışacaktır. Onların iddialarına göre, bu süreç bir taktik olup, bu süreci yürütenlerdeki gerçek bir fikrî dönüşümü veya stratejik yönelişi ifade etmemektedir.

 

Ancak bu laik itirazlar, bu sürecin ciddiyetindeki kesinlik, bu süreci yürütenlerin temsil ettiği tarihi ve sembolik ağırlık ve değişik toplumsal güçlerin bu süreçle olumlu ilişkiler kurmaları ve onu kabullenmeleri karşısında çok geçmeden sönüp kaybolacaktır.

 

Değiştirmek istedikleri toplumsal gerçeklik ile mücadelede temel araç olarak şiddeti benimseyen bu cemaatlerin gidişatlarındaki en önemli ipucunu, belki de, şu değerlendirme veriyor: Şiddet metodu, içinde, kendi yok oluş tohumlarını da barındırıyor. Çünkü bu metot, siyasî ve toplumsal ufkunu kaybeder ve değiştirmeye çalıştığı toplumla olan bağlarını koparır. Sonuçta ne ölçüde başarılı olunursa olunsun, bu metodu kullananlar merkezden uzak bir şekilde, marjinal olarak kalmaya devam ederler.

 

Bu süreci (cihadî akımın kendini gözden geçirme sürecini) yürütenlerin, cihad ve fikir alanındaki uzun yürüyüşleri sırasında taşıdıkları yük, onların, genel gürültü patırtıdan, buna bağlı problemlerden, siyasetten ve siyasetin musibetlerinden uzaklaşıp, davete veya tebliğe yönelmelerine yol açıyor. Ancak son tahlilde onlar, çevreden ve marjinallikten, merkeze intikal etmeleri için Mısır İslâmi hareketinin geneli önünde geniş bir kapı açtılar. Böylece bu hareketlerin, şiddetten, gizli ve karanlık yeraltı örgütlenmelerinden uzak bir şekilde, bu ana istikamette ilerlemelerinin önü açılmış oldu.

 

Bu süreç, şiddetin, nefislerin ve hareketlerin, aslî bir unsuru olmadığını ortaya koydu.

 

Halklar arasındaki ilişkilerin barış, savaş ve mücadele görünümünde olmalarını, bu ilişkilerin tabiatı belirliyor. Bir halkın direniş sergilemesine, kendisini müdafaa etmesine ve haklarını korumak için saldırıya geçmesine sebep olan şey, başka bir halkın, ona düşmanlık edip haklarını çiğnemeye teşebbüs etmesidir.

 

Dolayısıyla İslâm alemi ve Batı arasındaki ilişkiler sadece el-Kâide gibi örgütlerin sahip olduğu fikirlerin tabiatı ile bağlantılı değildir; aksine esas olarak Amerika’nın ve Batı’nın, “teröre karşı savaş” adı altında İslâm alemine dayatmaya çalıştığı ilişkilerin tabiatında gizlidir.

 

Bireyler ve cemaatler örneğinde olduğu gibi, milletler de kendi mantığını dayatmak için şiddet ve güç kullanma yoluna gittiklerinde, -ne ölçüde bir güce sahip olurlarsa olsunlar- sonunda başarısız olduklarını görüyoruz. Teröre karşı savaş, terörü daha da alevlendirmiştir; çünkü o da kendi görüşünü dayatmanın yegane aracı olarak şiddeti seçmiştir.

 

Bu şekilde şiddet kullanmak ise, İslâm dünyasındaki Amerika’ya düşman cemaatleri yok etmek yerine, bu cemaatlerin daha da genişlemelerine ve daha fazla insanı kendilerine çekmelerine imkan verecek bir çevrenin ortaya çıkmasını yol açmıştır.

 

Mısır’daki cihadî akımın benimsemiş olduğu kendini gözden geçirme sürecinin, (istenilen başarıya ulaşması için) diğer birçok tarafın da kendilerini gözden geçirmesi gerekiyor. Bunların en önemlisi Arap ve İslâm dünyasındaki yönetimlerdir. Bu yönetimlerin halklarıyla ve toplumlarıyla olan ilişkilerini gözden geçirmeleri ve bu ilişkileri –şiddetin yeni şekillerde ve görünümlerde ortaya çıkmasına engel olacak-  hukuka ve insana saygı esası üzerine kurmaları gerekiyor.

 

Amerika’nın ve Batı’nın da İslâm dünyasıyla olan ilişkilerini gözden geçirmesi ve ilişkilerin bu bölgedeki halkların kültürel özelliklerine saygı, gasp edilmiş topraklarının ve işgal edilmiş ülkelerinin iadesini sağlayacak adil hukuk esası üzerine kurulması gerekiyor.

 

Cemaatler düzeyinde olduğu gibi, uluslararası ilişkiler düzeyinde de, şiddet ve güç kullanımı arzulanan hedefleri asla gerçekleştirmeyecektir.

 

Bugün Eymen Zevahiri’nin arkadaşları, düşüncelerini gözden geçirdiği gibi, kim bilir, eğer içinde bulunduklarından farklı şartlarda olsalardı, belki Zevahiri ve Üsame bin Ladin de, gözden geçirme sürecinin sembolleri ve liderleri olacaklardı.

 

Bu makale Halil Kendir tarafından Dünya Bülteni için tercüme edilmiştir.