Laiklik, özgürlük, ilerleme ve insan, yirminci yüzyılın başlarında, Batı düşüncesine hâkim olan fikirlerdi. Batı, tabiata ve çevreye egemen olmasını sağlayacak bilim, ilerlemişlik ve güç gibi araçlara sahip olmaktan dolayı mutluydu. Bilime, bilimin gücüne ve insanın aklını harekete geçiren tabiat kanunlarının keşfedilmesine kesin olarak iman edilmişti.
Ancak bütün bunlara, yol açtıkları sonuçlardan dolayı, farklı bir gözle bakılmaya başlandı. İlerlemenin, bilimin ve laikliğin, insana çok ağır faturalar yüklediği görüldü ve yeni bir yol, yeni bir bilim ve yeni ümitler araştırılmaya başlandı. Altmışlardaki gençlik hareketleri, daha fazla özgürlüğe, daha fazla liberalizme, daha fazla katılıma ve insanın en büyük role sahip olmasına çağırıyordu. Ancak bunlar da problemi çözmedi ve modernliği, ilerlemeyi, laikliği ve akılcılığı eleştiren toplumsal hareketler ortaya çıkmaya başladı.
Burada Frankfurt okulunun temsil ettiği sol eğilimli yönelişlere işaret etmek istiyorum. Frankfurt okuluna "Tek Boyutlu İnsan" kitabının yazarı Herbert Markus, "İletişimsel Eylem" kuramından ve "Araçsal Akıl Eleştirisi"nden bahseden Jürgen Habermas ve "Modernliğin Eleştirisi" kitabının yazarı Alain Touraine gibi kimseler öncülük etmiştir. Alain Touraine, defalarca, insanın ümitlerinin ve büyük teorilerin düşüşünden bahsetmiş ve bu teorilerin modern insanın sorularına cevap vermekten aciz kaldığına dikkat çekmiştir.
Evet, Batı modeli, çok keskin bir şekilde akla dayanan bir sisteme sahiptir. Ve bu ona, şahit olduğumuz gibi, dış dünyada ilerleme, üstünlük ve egemenlik sağlamıştır. Ancak diğer taraftan insana zarar vermiştir. Çünkü insanı yabancılaştıran ve boynunu büken de yine bu sistem olmuştur.
Doğal olarak, Batı'daki eleştirel özelliğe sahip bu sol hareketler de, aynı kaynağa, "insanî açıdan bakan akla" dayanıyordu. Yani Max Weber'in isimlendirmesiyle, insanı, demir kafesten kurtaracak şeyi üstün tutuyordu. Ancak din sosyolojisinin en önemli isimlerinden biri olan Rodney Stark'ın ifadesiyle, "laikliğin yıldızı battıktan sonra" Batı'da dine dayanan sosyal hareketler ve akımlar da ortaya çıktı.
Rodney Stark şöyle diyor: "Sosyolojinin, laik teoriye iman edişinin sona erdiğini mutlaka ilan etmek gerekir." Amerikalı Protestan bir vaizin oğlu olan John Foul ise şöyle diyor: "Bizler laikliğin sona erdiğine şahit oluyoruz."
Aslında köktenciliğin ve köktenci hareketlerin Batı'ya geri dönüşü, daha eskiye, altmışlı yılların sonuna uzanıyor. Gilles Kepel'in "Tanrı'nın İntikamı, Modern Dünya'da İslâm'ın, Hıristiyanlığın ve Yahudiliğin Yeniden Güçlenmesi" (The Revenge of God The Resurgence of Islam, Christianity, and Judaism in the Modern World) isimli önemli kitabını okuyunca, Batı'daki köktenci hareketlerin büyüklüğü karşısında dehşete düştüm.
Köktencilik sanıldığı gibi sadece bizde değildir; aksine orada da güçlü bir şekilde vardır. Ancak orada hoş karşılanır, saygı duyulur ve kucaklanır. Aslında Batı'da din ve siyaset arasında derin bir iç içe girmişlik olduğunu biliyoruz. Vatikan'ın, Polonya'daki ve diğer Doğu Avrupa devletlerindeki komünist rejimlere karşı yapılan siyasi protestolarda büyük rolü vardı.
Şu hususlar da bu gerçeğe işaret ediyor: Köktenci Hıristiyanlığın yükselişe geçmesi ve siyaset ile olan derin bağlantısı… Armegadon'dan, yani dünyanın sonundan bahseden Tevratî düşüncelere inanan Amerikan başkanlarının gelmesi. Ronald Reagan ile başlayan bu inanıştaki başkanlar şu anki başkan George W. Bush ile zirveye ulaşmıştır… Avrupa'da, İslâm âlemine karşı radikal tavırlar sergileyen muhafazakâr hükümetlerin yükselişe geçmesi… Avrupa'nın kimliği Hıristiyanlıktır, diyen eski haçlı ruhunun canlanması. Bu ruh, Fransa'nın eski cumhurbaşkanı Valery Giscard D'Estaing'in, Avrupa anayasası ve Avrupa'nın kimliği ile ilgili sözlerinde açık bir şeklide görülüyor. D'Estaing, Avrupa'nın kimliğinin Hıristiyanlık olması gerektiğini söylüyor. Tabii buradan hareketle Türkiye'nin Avrupa Hıristiyan Kulübü'ne girişinin reddedilmesi gerekiyor… Bize karşı, Samuel Huntington'un "Medeniyetler Çatışması" ve Francis Fukuyama'nın "Tarihin Sonu" tezlerinin ortaya çıkışı… Fukuyama bu tezinde, son insanın, Batı insanı olduğunu ve Liberalizm'in de İnsanın gelişiminin nihai noktası olduğunu söylüyor… Amerika'nın dünyada tek süper güç olduğunu söyleyen bir imparatorluk eğiliminin ortaya çıkması…
Batı'nın mücadele ettiği, kızıl düşman komünizmin yerini, yeni bir düşman, yani İslâm aldı. Batı'nın İslâm âlemine karşı sergilediği siyasetlerde bu durum açık bir şekilde ortaya çıkıyor. Ve genellikle de bu siyasetlerin, -dünyanın diğer bölgelerindeki siyasetlerden farklı olarak- Tevratî (İsrailî) bir bakış açısına sahip olduğunu görüyoruz.
Türkiyeli Profesör Ahmet Davutoğlu'nun dediği gibi, bugün dünya, güç merkezlerinin Amerika'dan, diğer bölgelere -ki bunların içinde İslâm dünyası da var- kaymasıyla karşı karşıya bulunuyor. Dolayısıyla Amerika'nın, İslâm âlemine yönelttiği şiddet ve Batı'nın da onunla ittifak etmesi, bir takım stratejik sebeplerden kaynaklanıyor. Bu sebepler, İslâm âleminin yükselişe geçip eski gücünü elde etmesi ve kararlarını, Batı'nın tahakkümünden bağımsız bir şekilde alması ihtimaliyle bağlantılıdır.
Lahey'de katıldığım "Radikalizm ile Mücadele" konferansında konuşmacılar, konferansa başkanlık eden ve Hollanda'daki iktidar partisi Hıristiyan Demokrat Parti'ye mensup olan kişiden, Hollanda'nın Irak'tan ve Afganistan'dan çekilmesi için partideki dostlarıyla konuşmasını istediler. Ancak o kişi, özür dileyerek bunu yapacak güce sahip olmadığını, çünkü Batı siyasetlerinde revaçta olan akımın, "teröre karşı savaş" yaklaşımı olduğunu söyledi.
Bir başkası da kalkıp, Batı toplumlarındaki çeşitlilik tehdidinden bahsetti. Oysa Batı'daki Müslümanların ifade ettiği özelliklerin karşılığı, örneğin Katoliklerde veya diğer bazı gruplarda da vardır. Bu yüzden başörtüsünün, sakalın ve peçenin korkuya sebep olmaması gerekir. Bunların hepsi de, kişinin dini yaşamadaki kişisel görüşüne uygun olan özel tercihlerdir.
Batı, kâinata, dünyaya, insana ve ötekine yönelik felsefî bakış açısıyla bağlantılı olan büyük problemlerden dolayı değişti. Aslında Batı, İslâmî-felsefî bakış açısının, Batı insanın içinde bulunduğu endişeye ve üzüntüye ilişkin soruların pek çoğunun cevabına sahip olduğunu hissediyor. Zaten "Avrupa'nın İslâm olması" ve "Batı'daki dâru'l-İslâm'ın yeni sınırları" hakkındaki konuşmalar da buradan kaynaklanıyor.
İşte benim, okuyucularımdan birinin sorduğu "Batı niçin değişti?" sorusuna verdiğim cevabım budur. Yüce Allah, en üstün olan ve en iyisini bilendir.
Bu makale Halil Kendir tarafından Dünya Bülteni için tercüme edilmiştir.